15 Nisan 2017 Cumartesi

Atatürk Dönemi Yapılan İnkilaplar İsyanlar Kanunlar ve Gelişmeler -1

Atatürk'ün Türk Tarih Tezi



Atatürk, Avrupalıların, Türkleri sarı ırka bağlamak, yıkıcı ve medenî yetenekten yoksun olarak, medenî eser yaratamamak gibi ilmî kalıplar ileri sürerek ortaya koydukları iddialara inanmıyor, Türk vatanının bizim olduğunu, tarihin bunu ortaya koyacak en büyük manevî destek ve delil olduğunu ileri sürüyordu. Bunun için, önce kütüphane kurmakla işe başladı.

Bunu büyük bir anket takip etti. Türkiye'de tarihle uğraşanlar, Türk tarihi ile ilgili kitapları incelemeye memur edildiler. Tercüme edilen kitaplar, raporlar halinde Atatürk'e sunuldu. Bu çalışmaların ilk ürünü olarak, Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü belirten "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı eser 1930 yılında bastırıldı. Bir sene sonra da Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere "Türk Tarih Heyeti" kuruldu (15.4.1931). Atatürk, bu heyete, Türk tarihini belgelere dayanarak yazmalarını, gerçeklerin dışına çıkmamalarını, Türklüğü acuna duyurmalarını söyledikten sonra "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır" demiştir.
26.9.1932 tarihinde Ankara'da Türk tarih profesörleri ve öğretmenlerinin katılmasıyla ilk kez Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilimsel bakımdan tartışıldı.

Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşü olan bu tez şöyledir: "Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türkün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir." Bu tez ile Türk tarihi, Etiler, Sümerlerden başlatılmakta ve en eski uygarlıkların Türklerden çıktığı ispat edilmektedir.68

Türk Dil İnkılâbı


Osmanlı Türkçesi, yüzyıllardan beri, yabancı dillerden alınan kelime ve kuralların etkisi altında çok şey kaybetmiştir. Bu dilin anlaşılabilmesi için Arap ve Fars dillerinin dilbilgilerinin ve birleşimlerinin bilinmesi gerektir. Bu da Türkçenin millî bir dil olmasına engel olmaktadır. Büyük halk kitlelerinin konuştuğu dil ile aydınların dili arasında büyük bir uçurum vardı. Atatürk zamanına kadar olan dili sadeleştirme çabaları başarılı olamamıştı.

Harf İnkılâbı'nın olumlu sonuçları alınmaya başlanmış olduğundan Atatürk dil çalışmaları ile uğraşmak için 12 Temmuz 1932'de, Türk Tarih Cemiyeti'ne kardeş olarak Türk Dili Tedkik Cemiyeti'ni kurdu. Cemiyetin amacı, Türkçenin sözlük, terim, dilbilgisi, cümle bilgisi, etimoloji konularını incelemek ve Türkçenin gelişmesine, dilimizin dünya dilleri arasındaki yerini belirtmeye çalışmaktadır. Dil konusuna titizlikle eğilen Mustafa Kemal, 1929 Eylül'ünde Ertuğrul yatı ile İstanbul'dan Zonguldak'a giderken bir telsiz haberinin eski yazılarla kendisine verilmesine çok sinirlenmişti.69

Atatürk'ün direktiflerine göre, önce bir Dil Kurultayı toplanacak, Türk Dili Tetkik Cemiyet'in tezi orada Kurultay'a katılan uzmanların, yazarların, ozanların, basın yetkililerinin ve öğretmenlerin önünde açıklanacak ve onların düşüncesi de alınmak suretiyle dil işi ile olan ilgi genelleştirilecekti.

I. Türk Dili Kurultayı, 26 Eylül 1932'de Dolmabahçe Sarayı'nda toplandı. Amerika Genelkurmay Başkanı General Mac Arthur, Atatürk'ü ziyaret anında Kurultay'daki tezleri, konferansları ilgiyle dinlemişti. Bu ilk kurultayda, Kurum Başkanı Samih Rifat, amacı "Türk dilinin kendi millî kudretleri içerisinde inkişâfını aramak" olarak nitelemişti.70 Çalışmaların sonunda, bir tüzük düzenlendi. Bunun 20. maddesinde "Türk Dili I. Kurultayı'nın toplandığı 26 Eylül Türk Dili Tetkik Cemiyeti azalarınca Dil Bayramı olarak her yıl kutlanır" denilmekteydi.71 26 Eylül'de başlayan Kurultay 1 Ekim'e kadar sürmüştü. Atatürk, Kurultayın ortaya koyduğu sonuçlardan çok memnun oldu. 1 Kasım 1932'de Büyük Millet Meclisi'ndeki açış nutkunda "Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet teşkilâtımızın dikkatli, alâkalı olmasını isteriz" demekteydi. Türk Dili Cemiyeti daha sonra da Atatürk'ün koruyuculuğunda çalışmalarına devam etti. Bu devrede Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçeden tasfiye edilmesi fikrinden vazgeçen Atatürk bizzat kendi yazıları ve beyanlarıyla da bunu açıkça ifadeden çekinmemiştir.72 Atatürk, 18 Ağustos 1934'te II. ve 24 Ağustos 1936'da III. Dil Kurultaylarında hazır bulunmuş ve kurultayları izlemiştir. Daha sonra, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde, 1942, 1945, 1949, 1951, 1954, 1957, 1960 ve daha sonraki tarihlerde yapılan toplantılarda Dil Kurultayı çalışmalarına devam etmiştir.73

Ölçüler Kanunu: 28 Aralık 1931

28 Aralık 1931'de metre ile ilgili olarak çıkarılan yasada, bütün "mukâvele ve akitlerde, fatura, ticaret defterleri, ilân vesâir ticarî evrak ve vesikalarda bu ölçülerden maadasının kullanılması"nın yasaklandığı belirtilmekte ve böylece Avrupalıların kullandığı her birimi kabul etmekle inkılâplardan biri daha gerçekleştirilmiş olmaktaydı. Kilo sistemi de aynı yasayla getirilmiş olmaktaydı. Demiryolu, yük vagonları ve eşya satımları da bu ölçülere göre hesaplanacaktı. Bu yasanın uygulanması için İktisat Vekâletine bağlı "Ölçüler Umüm Müdürlüğü" kurulacaktı.74

Soyadı Kanunu: 21 Haziran 1934

Türkiye Cumhuriyeti'nde soyadı kullanılmadığından yalnızca şahsın isminin kullanılması karışıklıklara sebep olmaktaydı. Aynı isimden pek çok kişinin olması resmî yazışmalarda anlaşmazlıklar doğuruyordu. Bu yüzden 21 Haziran 1934'te TBMM'de "Her Türk öz adından başka soyadını taşımaya mecburdur" tarzında bir ifâde ile soyadı yasası kabul olundu. Mustafa Kemal de, İsmet Paşa ve arkadaşları tarafından TBMM'de yapılan teklifle 24 Kasım 1934'te Atatürk soyadını almıştı. Sonra, 17 Aralık 1934'te TBMM Mustafa Kemal'den başkasının Atatürk soyadını almamasını da karara bağlamıştır. Atatürk'ün İsmet Paşa'ya İnönü soyadını verdiğini bildiren mektup üzerine İsmet Paşa da 26.11.1934'te İnönü soyadını aldı.75

Genel Tatil: 27 Mayıs 1935

"Ulusal bayram ve genel tatiller hakkındaki kanun" 27 Mayıs 1935'te TBMM'ce kabul edilmişti. Bu yasa ile hafta tatili Pazar günü olarak onaylanmıştır.76 Eskiden Cuma günü idi.

Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu'ndaki Değişiklik: 5 Şubat 1937
Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu'nun (Anayasa) ikinci maddesinde değişiklik yapılarak altı okun konması, "Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır" ve "Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir" kararı alındı.

Medenî Kanun'daki Değişiklikler: 16 Haziran 1938

Türk Medenî Kanunun'da evlenme yaşına ait maddenin değiştirilmesine dair yasa tasarısı onaylanmış ve evlenme yaşı kadınlar için 15, erkekler için 17'ye çıkarılmıştır. Daha sonra 18 yaşından küçüklerin evlenmesi ebeveynlerin iznine bırakılmıştır.

Lâkap, Nişan, Madalya veÖzel Kılıkların Kaldırılması

24.11.1934'te Mustafa Kemal Paşa'nın öz adının Kamal (sonra Kemal) ve soyadının Atatürk olması kanunlaşıp, 24.12.1934'te Soyadı Tüzüğü'nün kararname ile yürürlüğe girmesinden sonra, buna paralel diğer inkılâplara geçildi. Daha önce 3.12.1934'te din adamlarının tapınaklar ve törenler dışında özel kılık giymelerini yasaklayan ve ancak hükümetin izniyle tapınak ve dinî törenler dışında da geçici nitelikte özel kılıkların giyilebileceği, izcilik ve sporculuk gibi topluluk ve dernek ve kulüp mensuplarının ve öğrencilerin usüle uygun kılık giymelerini ve simgelerini taşımalarını yasaklayan, yabancıların kendi kılıkları ve simgeleri ile Türkiye'ye girmelerini hükümet iznine bağlayan kanun kabul edilmişti.77

26. 11.1934'te, ağa, hacı, hâfız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi, hazretleri gibi lâkap ve unvanların savaş madalyaları dışındaki madalya ve nişanların kaldırılması, müşir yerine mareşal, paşa yerine general ve amiral deyimlerinin kullanılması kabul edildi.78

Millî Bayramlar

27.5.1935'te, Millî Bayram ve resmî tatil günleri ile ilgili kanun kabul edilmişti. Bu yasaya göre, Cumhuriyet'in ilân edildiği 29 Ekim günü tören yapılacak, tek millî bayram olan Cumhuriyet Bayramı, 28 Ekim öğleden 30 Ekim akşamına kadar sürecekti. 30 Ağustos Zafer Bayramı bir gün, 23 Nisan Millî Hâkimiyet Bayramı bir buçuk gün, 1 Mayıs Bayramı (Bahar Bayramı) bir gün, 1 Ocak Yılbaşı Tatili bir buçuk gün, Ramazan Bayramı üç gün, Kurban Bayramı dört gün olacaktı. Hafta tatili de daha önce bahsettiğimiz gibi cuma yerine pazar günü olacaktı.79

Bu arada 15 Haziran 1938'de "Noterler Kanunu" kabul edildiği gibi, daha önce 8 Şubat 1937'de Orman Kanunu da onaylanmıştı.

Eğitim Alanında Yapılan Diğer Yenilikler

1926 yılında Maarif Vekâleti'nin bilimsel yetkisini artırmak için çalışmalar yapıldı. Yeni kuşakları güvenilir, karakterli ve şuurlu olarak yetiştirecek kuruluşları kurarken, öğretmenlere de geçim kolaylığı ve iyi bir gelecek sağlamak amacıyla 20 Mart 1926 ile 22 Mart 1926'da Millî Eğitim Bakanlığı Teşkilâtı'na bağlı yeni kanunlar çıkarıldı. Her ilin kendi bütçesinden yardım etmesi ve böylece yeni öğretmen okullarının açılmasını sağlayabilecek olan kanun da 1926'da çıkarıldı. Süratle okulların sayısı artırılmaya başlandı.

Üniversitelerin Gelişmesi

1863 yılında İstanbul Darü'l-fününu adı altında açılan üniversitede öğrenim sürekli olmamıştı. 8 Şubat 1870'te üniversite resmen açılmıştı. Fakat, dar düşüncelilerin muhalefeti ile bir yıl sonra kapatılmıştır. 1898'de Vekiller Heyeti, Avrupa'ya giden gençlerin ahlâklarının ve fikirlerinin bozulduğunu ileri sürerek Avrupa'ya öğrenci gönderilmemesi ve İstanbul'da Darü'l-fünün açılmasını teklif etmişti. Fakat, Dar'ül-fünün (Üniversite) ancak, 19 Ağustos 1900'de yani Abdülhamid Il'nin tahta çıkmasının 24. senesinde açılabilmişti.80 1908 Meşrutiyeti ile Darü'l-fünün beş şube olarak çalışmasına devam etmiştir. 20 Nisan 1922 tarihli nizâmnâme ile Darü'l-fünün adı İstanbul Darü'l-fününu olmuştu. 1919'da Darü'l-fünün Nizâmnamesi yeniden yapıldı ve bu tarihte Darü'l-fünün ilmî muhtariyet kazandı. 1921 senesinde, Darü'l-fünün fakültelerince düzenlenmiş olan özel birer encümen vasıtasıyla 1921 bütçesinin düzeni ve tartışması başlamıştı. İki sene önce evvel "muhtariyet-i ilmiye"ye sahip olan Darü'l-fünün, ayrıca "şahsiyet-i hukukiye ve maliyeye" sahip olabilmek için Maarif Vekâleti'ne sunulmuş kanun layihasının çıkmasını beklemekteydi. 1928 Nisan'ında, Darü'l-fünün fakültelerince bazı derslerin kürsüye çevrilmek uğraşısı olmuş ve Edebiyat Medresesi'nin bazı yeni kürsüleri kurulmuştu. Tıp Fakültesi'nde de bazı dersler kürsüye çevrilmişti. 1921 bütçesine göre, Darü'l-fünün muallimlerince en az ve en çok 3500-2500, müderrislere de 3500-7000 kuruş maaş verilecekti.81

1924 yılına kadar idare ve teşkilâtında bir değişiklik olmayan Darü'l-fünün'da, tevhid-i tedrisat kanunuyla 3 Mart 1924'te bir İlâhiyat Fakültesi kurulması kararı alındı. Darü'l-fünün, 21 Nisan 1924 tarih ve 493 sayılı kanunla hükmî şahsiyetini kazandı. 7 Ağustos 1925'te İstanbul Darü'l-fününu Nizamnâmesi ile de ilmî ve idarî muhtariyetini kazanan Darü'l-fünün Avrupa üniversiteleri seviyesine yükseltildi. Medreselere de fakülte adı verildi.82 31 Mayıs 1933'te İstanbul Darü'l-fününu'nun kaldırılmasına ve Millî Eğitim Bakanlığı'nca yeni bir üniversite kurulmasına karar verildi. 31 Temmuz'da İstanbul Darü'l-fününu kapatıldıktan sonra, 1 Ağustos 1933'teki bu olayın hemen arkasından yeni bir İstanbul Üniversitesi kurulması kararı verilmişti. İstanbul Üniversitesi 18 Kasım 1933'te Maarif Vekili Hikmet Bayur'un konuşmasıyla öğrenimine başladı. Atatürk, 20 Kasım 1933'te, İstanbul Üniversitesi'nin açılışı nedeniyle Maarif Vekili'nden gelen telgrafı, başarı dilekleriyle cevapladı.83 Aynı yıl, Üniversite, yapısındaki Tıp, Hukuk, Fen, Edebiyat Fakülteleriyle faaliyetini sürdürmüş, daha sonra, İktisat, Orman Fakülteleriyle, Eczacılık, Diş Hekimliği okulları açılmış ve bu okullar fakülte haline getirilmiştir. Ayrıca, Üniversite'ye bağlı İşletmecilik Fakültesi de kurulmuştur. 1945'te çıkarılan Üniversiteler Yasası ile bütün üniversiteler ilmî ve idarî özerkliğe sahip olmuş, 27/10/1960'ta 115 sayılı yasa ile yeni bir şekil verilmişti.

İstanbul Teknik Üniversitesi

1774'te kurulan İstanbul Yüksek Mühendislik Okulu, 1914'te dört medrese ile büyütülmüştü. Bugün bünyesinde, elektrik, inşaat, maden, makine, mimarlık fakülteleri mevcuttur.

Ankara Üniversitesi

Atatürk, tarih ve dil tezleri ile Türk dili ve tarihi araştırmalarını Dil ve Tarih kurumlarından başka özel bir fakültenin sürdürmesini istiyordu. 14 Haziran 1935'te Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulması hakkındaki kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmişti. 9 Ocak 1936'da da Atatürk'ün de hazır bulunması ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi açıldı. Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan açılış söylevinde "Orta Asya'da kültür kurmuş ve bunu dünyanın beş bucağına yaymış bir ulus, çok tabiidir ki yarattığı kültür eserlerinin adını ve bu eserlerle bağlı fikir sistemlerini birlikte götürmüş ve içlerine girdikleri uluslara yaymıştır" demekteydi. Aynı gün ilk tarih dersini Afet (İnan) vermişti.84 Fakültede çağdaş yabancı dil bölümleriyle birlikte, tarihin birçok ölü diline yer verilmişti. Etice, Çince, Sanskritçe, Sümerce üzerinde çalışmalarla Türk dilinin karanlık devirleri ortaya çıkacaktı. Bunlar arasında Sümerce, Etice özel önem taşıyordu. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, 1925'te kurulan Adliye Hukuk Mektebi ve 1935'te kurulan (10 Haziran'da Mülkiye Mektebi Siyasal Bilgiler Okulu adını alır) Siyasal Bilgiler Okulu'nun, 5 Kasım 1936'da İstanbul'dan Ankara'ya nakli ve bu üçünün birleştirilmesi ile Ankara Üniversitesi haline getirildi. 9 Haziran 1937'de Tıp Fakültesi kuruldu. Sonra, Eczacılık, Fen, İlahiyat, Ziraat, Diş Hekimliği, Veteriner Fakülteleri kuruldu.

Yüksek Tahsil ve İhtisas Okulları

1905'te askerî ve mülkî tıbbiyeler Haydarpaşa'ya nakledilince Kadırga'da boş kalan binada müstakil bir ebe okulu ile Kadırga Veladethanesi adı altında bir doğum kliniği açılmıştı. Bugünkü Ebe Mektebi'nin temeli böylece atılmıştır. 1928'de Kadırga'daki Ebe Mektebi ile Doğum Kliniği Haydarpaşa'ya taşınmış ve Evkaf İdaresi'nce yapılan bina da öğrenime açılmıştır. Öğrenciler Şişli Çocuk Hastanesi'nde kalarak, Haseki Kadın Hastanesi'nde de ders ve tatbikat görmekteydiler. 1939 yılında Şişli Çocuk Hastanesi'ndeki pansiyon kaldırılmış ve okul, üniversiteye bağlı yatısız hale getirilmişti. Öğrenim iki yıldır.85

1847'de İstanbul yakınlarında Yeşilköy havaalanı yerine yakın Ayamama Çiftliği binasında "Ziraat Talimhanesi" adı ile bir Ziraat Okulu açılmasına teşebbüs olunmuştur. Dört yıl kadar öğrenim yapılmıştır. 1889'da Mülkiye Tıbbiyesi içinde Mülkiye Baytar sınıflarının öğrencileri de yer almış, 1890'da da Ziraat öğrencileri bu okula naklolunmuş ve okula "Ziraat ve Baytar Mektebi" adı verilmiştir. Vilâyetlerde ise, ilk Ziraat Okulu 1887'de Selânik'te açılmıştır. Cumhuriyet devrinde ziraat öğretim kurumlarının yeniden teşkilatlandırılmasını hedef tutan 20 Haziran 1927 tarihli kanuna kadar süren ziraat okulları 1927'den itibaren yeni statü ile öğrenime devam etmiştir.

1857'de ilk defa İstanbul'da Ticaret Nezareti binasında öğrenime başlayan Ormancılık Okulu'nun süresi 1917'de iki yıldan üç yıla çıkarılmıştır. Ankara'da yüksek ziraat enstitülerinin kurulması ile okulun ilk sınıfları Ankara'da, son sınıfları İstanbul'da olmak üzere bu Enstitü Orman Fakültesi haline getirilmiş, 1933'te ise yeni bir statüye bağlanmıştır.86
İstiklâl Savaşı sırasında ve Cumhuriyet döneminde Türkiye'de zararlı çalışmalar yapan partiler bulunmaktaydı. Bunlardan biri Yeşilordu adıyla çalışmaktaydı. Yeşilordu'nun yayımladığı beyânnâmede, nizâmnâmede ve talimâtnâmede, Yeşilordu'nun İslâmiyet'in esaslarına dayandığı, Kızılordu, kızıl inkılâp orduları ile samimî bir kardeşlik bağı olduğu, Asya'nın Asyalılara ait olduğu, fukaranın iyiliğine iş görülmediği açıklanıyordu. Çalışmaları, özellikle, Ankara, Eskişehir, Bursa, Konya, Kayseri, Elaziz'de 8-9 ay sürdüğü anlaşılan Yeşilordu 1921 Ocak ayında olayların çıkmasına neden olmuştu. Yeşilorducuların yargılanmasına derhal girişilmiş, 9 Mart 1921'de Yeşilordu hareketi tamamen silinmiş ve tarihe karışmıştır. 1920 yılının 14 Temmuzu'nda Gizli Türkiye Komünist Partisi, Mustafa Suphi'nin 10 Eylül 1920'de kurduğu Türkiye Komünist Partisi, Mustafa Kemal'in danışıklı kurduğu (18 Ekim 1920) Türkiye Komünist Partisi, 7 Aralık 1920'de Türk Halk İştirakiyun Fırkası, 12 Haziran 1922'de Türkiye Sosyalist Fırkası ve 24 Haziran 1922'de Türkiye İşçi Sosyalist Fırkası, 11 Ocak 1923'te Sosyalist sözü çıkarılarak çalışmaya devam etmişti.87 Bunlar, karışık bir düzen içinde, İstiklâl Savaşı süresinde çalışmalarını sürdürmüşler, ama bir süre sonra kapatılmışlardır.

CH Fırkası ve Terakkiperver Fırkası

Atatürk, Millî Mücadele'yi kazanan "Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukük-ı Milliye Cemiyeti"ni siyasî bir parti hüviyetine sokmak istedi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi mebuslarıyla toplanıp, 11 Eylül 1923'te Cumhuriyet Halk Partisi'ni kurdu. Parti Genel Başkanlığı'na Mustafa Kemal seçildi. Halk Partisi'nin altı ana özelliği şunlardı: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Lâiklik, Devletçilik, Halkçılık, İnkılâpçılık. Bu arada halifeliğin kaldırılması ile inkılâplara karşı hoşnut olmayan bir grup parti kurma hazırlığı içersinde idiler.

Atatürk'ün yurt içi gezilerindeki sözleri ile tutumundan bazı muhalifler onun diktatörlük hevesi içinde olduğu yolunda haberler yayarak ortalığı bulandırıyorlardı. Asıl arzuları parti kurarak ön plâna geçmekti. 6 Ekim 1924'te, Son Telgraf gazetesi, Rauf Orbay, İsmail Canbolat, Refet Paşa ve çevrelerinin bir muhalif parti kuracaklarını yazıyordu. Bu arada, inkılâpların aşamalarının ortaya koyduğu tepkiler de su yüzüne çıkmaktaydı.88 Vatan, Tevhid'i efkâr, Tanin gazeteleri iyice muhalefete başlamışlardı. Halk Partisi mensupları Cumhuriyet kelimesini de koyarak Cumhuriyet Halk Partisi adını aldıktan sonra (10 Kasım 1924), İsmet Paşa 20 Kasım 1924'te sıkı yönetim talebinde bulunmuş, fakat bu reddedilmişti. Bu arada 9 Kasım'da Refet Bele, Rauf Orbay, Adnan Adıvar ve bazı milletvekilleri Halk Fırkası'ndan istifa etmişlerdi. 21 Kasım 1924'te de İsmet Paşa Başvekillikten istifa etmiş ve 22 Kasım'da Fethi Okyar Başvekilliğe seçilmiş ve kabineyi kurmuştu.

Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan istifa edenler, 17 Kasım 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurmuşlardı. Partinin beyannamesinde fırkanın geçici hareketlere göz yummayacağı, ne bir tek kişinin ne de birkaç kişinin hegemonyası ile oligarşinin kurdurulmayacağı açıklanıyordu. Partinin 36 madde ile de programı açıklanmıştı. Terakkiperver Fırkası'nın ilk şubesi Urfa'da açılmış, 1924 Aralık'ı sonunda da Sivas'ta teşkilâtını kurmuş, ayrıca, İstanbul ve İzmir'e de teşkilât kurmuştu.89
Cumhuriyet Terakkiperver Fırkası'na, istifa eden milletvekilleri, İttihat ve Terakki fırkası üyeleri, meşrutiyetçi gruplar ve Malta'dan gelenler katıldılar. Bu parti kurulduktan sonra İstanbul basını açıkça hükümete muhalefete başladı. Mustafa Kemal, İstanbul'da bulunan Times dergisinin muhabirinin 11.12.1924 tarihindeki sorularını, millî hâkimiyet esasına göre, Cumhuriyet yönetiminin bulunduğu yerlerde fırkaların arka arkaya kurulmasının olağan olduğunu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın gerçek bir fırka olarak kabul edip, etmediğine dair soru için de Türkiye'de yeni bir siyasî fırkanın kurulmasının bazı kanunlara bağlı olduğunu, yeni fırkanın bütün işlemlerini tamamlamış bir kuruluş olduğunu ve programında münakaşa etmeye değerli, esaslı bir prensibin olmadığını söylemiştir.

Gazi, aynı zamanda, İstanbul'da aleyhlerinde olan muhalefet için de İstanbul'da ekseri gazetelerin Cumhuriyet Halk Fırkası'nı ve onun Hükümeti'ni tenkit etmesi ve muhalefete yatkın olmasının kendisi tarafından izaha gerek duyulacak bir olay olmadığını belirterek, bu gazetelerin halkın ekseriyeti üzerinde yaptığı tesirin böyle yayın yapanların lehinde olmadığı yolundadır demiştir. Yazarın, diktatörlüğe gidiş ya da yöneliş hakkındaki sorusu üzerine de Gazi "Cumhuriyet Halk Partisi ve onun bütün liderleri ve mensupları milletin özgürlüğü için çalışmış olduğuna göre, işaret olunan diktatörlük herhalde yoktur" demiştir.90

Terakkiperver Fırkası'nın muhalefeti yüzünden Şeyh Sait adlı kişi cahil köylüleri başına toplayarak 11 Şubat 1925'te isyan etmiştir. Sonunda da Terakkiperver Fırkası kapanmıştır. Biz Fırka'nın kapatılmasından önce Şeyh Sait İsyanı'nı görelim.

Şeyh Sait İsyanı

Bu isyan, din işlerinin dünya işlerinden ayrılmasını tasvip etmeme amacında olanlar tarafından inkılâba karşı yapılmış bir isyandı. Ama, bu isyanda kişisel çıkarlar peşinde koşanlar, Kürtçülük isteyenler, komünist düşünceliler, yağmacılar da rol oynamışlardır. Olayı yaratanlar, başta Şeyh Sait Nakşibendi tarikatındandılar. Mustafa Kemal'in de belirttiği gibi olayın ana nedeni gericilik idi. Şeyh Sait İstiklâl Mahkemesi'nde de, "din elden gidiyor", "Tanrı Devleti" gibi sözlerle, dünya işlerinde de din kurallarına dayanan bir devlet idaresi istediğini belirtmiştir.

11 Şubat 1925'teki isyan, derhal Elazığ ve Diyarbakır yörelerine yayılmıştır. Hükümet bu durumda sıkı yönetim ilân etmeyi yerinde buldu ve doğu bölgelerinde bir ay, Malatya'da iki ay sıkı yönetim ilân etti ve konuyu Meclis'e de getirdi. 25 Şubat 1925'te Başvekil Fethi Bey, konuşmasında, Türkiye Cumhuriyeti'nin o bölgede 800 kişiyi öldüreceği ve Şeyh Sait'in de bunlardan biri olduğu, bundan kurtulmak için de Sait'in niyet ettiği ayaklanmaya gittiği yolunda bir mektubu asilerin birinin üzerinde ele geçirdiklerini izah etti. Fethi Bey, gene ele geçen 17 Şubat 1925 tarihli rapora göre, ayaklanmanın amacının şeriatı sağlamak olduğunun anlaşıldığını ve "olay padişahlığı, hilâfeti, şeriatı ve Abdülmecid'in oğullarından birinin saltanatını sağlamak" için yapılan gericilik maskesi altında yapılan Kürtçülük hareketidir demekteydi.91
25 Şubat 1925'te, dinî ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek devletin şeklini bozmak isteyenlerin vatan haini olması hakkındaki yasa onaylandı. Böylece, isyan edenlerin sineceği sanılıyordu.

Doğudaki ayaklanma haberi kısa anda yurdun her yanından duyuldu ve gericiliği lanetleyen, Cumhuriyete bağlılığı belirten telgraflar gelmeye başladı. 4 Mart 1925'te, olağanüstü durumdan ötürü, milletin ve Cumhuriyet'in güvenliği için, askerî harekat bölgesinde çalışacak ve Meclis'in kararı olmadan idam kararı verebilecek İkinci İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. Aynı gün, gericiliği ve ayaklanmayı çıkaranlar, memleketin sosyal düzeninin ve sükununun, güvenliğinin bozulmasına neden olanlar, kışkırtıcı yayınları yasaklayan Cumhurreisi'nin onayı ile ilgili Takrîr-i Sükün Yasası onaylandı. Ankara ve Elazığ'da iki İstiklâl Mahkemesi kurulması karara bağlandı. Daha sonra Şeyh Sait ve arkadaşlarını yok etmek için çalışma hızlandırıldı. 14/15 Nisan gecesi Şeyh Sait Varto'da teslim olmak zorunda kaldı. Şeyh Sait ve arkadaşları Diyarbakır'daki İstiklâl Mahkemesi'ne verildiler. Yargılanmalarından sonra, 29 Haziran 1925'te idam edildiler.92

Terakkiperver Fırkası'nın Sonu

Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra muhalefet partisine ve basına karşı işleme geçildi. Bazı yazarlar tutuklandı. Terakkiperver Fırkası'nın Urfa, Siverek, Mardin'de kurulup kurulmayacağını inceleyen eski bir vali Şark İstiklâl Mahkemesi tarafından tutuklandı. Şark İstiklâl Mahkemesi doğudaki Terakkiperver Parti kuruluşlarının kapatılmasına karar vermişti. Vekiller Heyeti, 3 Haziran 1925'te, vatandaşların aldatılıp, kışkırtılmaktan korunması için Takrîr-i Sükun Yasası gereğince Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın bütün merkez ve şubelerini kapattı.

İzmir Suikastı

Mustafa Kemal'in muhalif ittihatçıları ve Terakkiperver Fırkası'nın bazı üyeleri Atatürk'ü öldürmek istiyorlardı. Bu işi tertipleyenlerden biri de eski milletvekillerinden Ziya Hurşit ile Kuvâ-yı Milliye komutanlarından Sarı Edip Efe ve arkadaşlarıydı. Mustafa Kemal, 10 Mayıs 1926'da Mersin'e gitmiş ve o bölgede beş gün kaldıktan sonra Ankara'ya dönmüştü. M. Kemal'in Ankara'dan ayrılışının ertesi günü suikast yapılacağı haberi ve suikastçıların yakalandığı İsmet İnönü'ye telgrafla duyuruldu. Suikast haberi yurdun her yanında üzüntü yarattı. Tutuklamalar yapıldı ve onlar İstiklâl Mahkemesi'ne gönderildiler. İzmir'deki davanın dışında, olayın sorumluları olan terakkiperver üyeleri Ankara'da tutuklandılar. 
Suikastın kendi şehirlerinde olmasından üzüntü duyan İzmirlilerin sevgi gösterisinde bulunmaları ve Ata'ya bağlılıklarını göstermeleri üzerine İzmir'de Naim Palas'ın kapısının önüne çıkan Atatürk düşmanların hareketleri inkılâpları önleyemeyecektir demiştir. İstiklâl Mahkemesi Savcısı Necip Ali, İstanbul'da bulunan Meclis Başkanı'na çektiği telgrafta, Millî Meclis'te üyeleri bulunan Terakkiperver Partisi'nin ileri gelenlerinin olayda asıl suçlu olduğunu açıklaması üzerine tutuklamalar Ankara'da da başlamıştı. Mustafa Kemal, 22 Haziran 1926'da millete hitaben yayımladığı bildiride, şahsına yapılan sevgi gösterilerinin, ulusun gizli politik düzenler karşısında ve inkılâplar açısından ne kadar uyanık olduğunu gösterdiğini açıklamakta ve teşekkür etmekteydi.94

Serbest Cumhuriyet Fırkası

Mustafa Kemal ile Ali Fethi (Okyar) Bey, Yalova'da yaptıkları konuşmalarda yeni bir fırka kurulması konusunda anlaşmışlardı. 7 Ağustos 1930'da Mustafa Kemal "Serbest Cumhuriyet Fırkası" kurması yolunda, Fethi Bey'in Atatürk'ün isteği ve izni bulunduğuna dair bir yazılı teminat istemesi üzerine, 8 Ağustos 1930'da yanında İsmet Bey de olduğu halde bu metni hazırlayıp verdi. Sonra, Fethi Bey ile Mustafa Kemal arasındaki yazışmalar açıklanıp, yayımlandı. 12 Ağustos 1930'da, Genel Başkan Fethi Bey, Genel Sekreter Nuri (Conker) Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdular. Bu parti, programında, cumhuriyetçi, milliyetçi, laik, esaslara bağlı olduğunu, anayasadaki hak ve özgürlükleri koruyacağını ilân ediyordu.

Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulduğu aynı tarihlerde, Edirne'de Türkiye Cumhuriyeti Amele ve Çiftçi Partisi, Adana'da Ahali Cumhuriyet Partisi kuruldu.

4 Eylül 1930'da İzmir'de parti teşkilâtını kurmak için Fethi Bey İzmir'e gitti. Oradaki halk gergin havanın etkisinde kalarak olaylara neden oldu. 14 yaşında bir öğrenci öldü. Serbest Parti milletvekilleri, İçişleri Bakanı'nın güven oyu aldığı 15 Kasım 1930 günü görüşmelerinden hemen sonra toplanarak, Parti'nin kaldırılmasına dair karar aldılar ve böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası 17.11.1930'da resmen kalktı. Böylece tek partili sisteme dönüldü.

Menemen Olayı

Menemen Olayı, gerici bir hareket olup din devleti kurulması amacı ile yapılmıştı. Olayın yaratıcıları, Manisa'daki dört günden beri toplandıkları Tatlıcı Mustafa'nın evinde, 6 Aralık 1930'da son defa toplanmışlar, nasıl silâhlanacaklarını hesaplamışlardı. Gece verilen karardan sonra bunların bir kısmı Paşaköy'e gitmişlerdir. Diğerleri arkadan gelecekti. Bozalan köyüne gelen asiler, iki hafta da orada kaldılar. 23 Aralık Salı gecesi yola çıkıyorlar.95

24 Aralık 1930'da Derviş Mehmet ve altı arkadaşı, Manisa üzerinden sabaha doğru dağ yolundan yürüyerek Menemen'e varır. Derviş Mehmed Menemen'de ilk gördüğü camiye girer ve oradaki bayrağı alır. Camide namaz kılan on beş kişiyle dışarıdakileri şeriat istemeye çağırır.

Hükümet olayı haber alır almaz Kubilay Bey'in kumandasında bir müfreze gönderir. Kubilay'ın asilere yapmış olduğu uyarı ve nasihatler bir işe yaramaz. Gözü dönmüş asiler tarafından Kubilay şehit edilir.96
Hükümetin yerinde müdahalesiyle ilk olarak Menemen'de şeriat isteriz diye ayaklananlardan 25 kişi, Manisa'da da 13 kişi tutuklanır. Hadisenin Menemen'de değil de Manisa'da hazırlandığı açıktı.
Kaçan iki kişi derhal ele geçirilir. 28 Aralık 1930 Pazar günü 7 Nakşibendi şeyhi ile 7 sivil daha tutuklanır.

Hükümet Menemen olayına büyük önem vermiş, gazeteler de bu olaya baş sayfalarında geniş olarak yer vermişlerdir. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Fahrettin Paşa bizzat Menemen'e gidip, olayı yerinde incelediler. Bu arada Menemen'de, Hoca Saffet, Balıkesir'de de Şeyh Halil geniş bir fesat çemberi hazırlamakla uğraşıyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa, olayın üzerinde titizlikle durmuş ve bunun Cumhuriyeti yıkmayı hedef tutan bir hareket olduğunu belirtmişti. Mustafa Kemal olaydan duyduğu üzüntüyü Erkânı Harbiye Reisi Mareşal Fevzi Paşa'ya bir mektup yazarak duyurmuş ve olayla bizzat ilgilenmişti.97

Menemen olayının yalnız Manisa ve Menemen'e sirayet etmeyeceği, Türkiye'nin her yerinden bu olayın yaratıcıları olduğunu hesaplayan ve buralardan da bu olayın hazırlanmasına yardım yapıldığını düşünen hükümet, çalışmalarını buna göre hazırladı. İlk olarak 31 Aralık 1930'dan başlamak üzere Menemen ve Manisa'da bir ay müddetle örf-i idare ilân eden hükümet yurt çapında çalışmalarına başladı.

Menemen Olayı, bütün yurtta üzüntü ve nefret uyandırdığından yurdun pek çok yerinde aydınlar ve gençlik el ele vererek Menemen Olayını protesto eden mitingler düzenledi. 31 Aralık 1930'da Darülfünûn (Üniversite) Meydanı'nda Menemen Olayı münasebetiyle heyecanlı ve coşkun bir miting düzenlendi.

Mitingde, Darülfünûn Emini Muammer Raşit (Sevig), Müderris Maslâhattin Âdil (Taylan) Bey, Maarif Emini Ali Muzaffer (Göker) Bey birer konuşma yaptılar. Binlerce öğrenci Darülfünün Meydanı'nda "hainleri tel'in ederiz, kahrolsunlar" diye bağırdıktan sonra Taksim'e hareket etmişler ve oradan da sükûnetle dağılmışlardı.98

Ankara'da, saat 14.00'te Kubilay için Ankara Türk Ocakları Merkezi'nde büyük bir miting düzenlendi. 3 Ocak 1931'de yapılan bu mitingden başka, aynı gün Konya, İnegöl, Bergama, Bursa, Balıkesir'de de mitingler yapıldı. İzmir Vilâyet Meclisi'nde de olayı meydana getirenler lanetlendi.99 5 Ocak'ta ise Rize'de bir miting düzenlendi.100 Hükümet olayla ilgili çalışmalarını genişletip, olayın nedenleri ve olaya sebep olanları araştırmaya başladı. Bu çalışmalar sonunda, Avukat Hasan Fehmi Bey tutuklanarak Menemen'e gönderildiği gibi, Menemen'de yeniden 22 ve Alaşehir'de 25 kişi yakalandı ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Ordu Müfettişi Fahrettin (Altay) Paşa Menemen köylerinde araştırmalara başladılar.101 Başvekil İsmet İnönü ve mebuslar, Menemen olayını lanetleyen konuşmalar yaparak olayın korkunçluğunu etraflıca ortaya koydular ve bu olayın suçlularının muhakkak cezalandırılacağını belirttiler.

Olayın suçluları teker teker yakalanırken, bu arada kaçmayı başaranlar da kaçtıkları yerlerde ele geçirilmeye başlandı. Gelibolu'ya kaçan Derviş Mehmed'in arkadaşı, Manisa'nın Horoz köyünden Florinalı, Naşit Gelibolu'da kaldığı evde yakalandı.
İnkılâpların tutması için hükümetin çok sert tedbirler alması olağandı. Bu yüzden hükümet Menemen olaylarının suçlularını en ağır şekilde cezalandırmak istiyordu. Bu yüzden kurulmuş olan "Divan-ı Harp", 2 Ocak 1931'de işe başlamış ve iki yüz kişiyi tutuklamıştı. Suçlular Menemen'de mahkemeye sevk edildi. 14 Ocak'ta suçlulardan yüz kişi mahkemece duruşmaya çıktı, fakat, hepsi suçu birbirinin üstüne atmaktan başka bir şey yapmadılar.

Bir yandan, Menemen olayının Divan-ı Harp'te suçluları hesap verirken, diğer yandan da gericiliği körükleyen yobazların bertarafı için de çalışmalar sürdürülüyordu. Bu konudan olmak üzere, 15 Ocak 1931'de Aydın'da fes ve sarık satan İsmail Hoca'nın malları zapt olunmuş, vesikasız imamlık yapan bir kişi adliyeye verilmişti.

Vekiller Heyeti, 31 Aralık 1930'da "Suçun Cumhuriyet'e karşı geniş kapsamlı bir düzene dayandığı hakkında kesin belgeler olduğu" gerekçesi ile Menemen ilçesi ile Balıkesir, Manisa merkez ilçelerinde sıkı yönetim ilân etti. Bu, Meclis'te kabul edildi ve hatta sonra bir ay daha uzatıldı.102 Menemen'de çok sıkı tedbirler alındı, sarıklı hiçkimse kalmadı ve 14 kişi daha tutuklanarak mahkemeye gönderildi. 19 Ocak 1931'de İstanbul'da üçü erkek ve biri kadın, İzmir'de bazı kişiler, İzmit'te bir hoca, Aksaray'da da müezzin Hayrettin tutuklanmıştı.103 İdama mahkum edilenlerden Erbilli Şeyh Esad'ın yaşı ilerlemiş olduğunda (65 yaşını tamamladığından) idamdan kurtulmuş, cezası hapse çevrilmiş ve Askerî Hastane'de ölmüştür.104

Menemen'de Divan-ı Harb'in yargılamaları sonunda 105 kişiden 27'si beraat etmiş, 30 Ocak 1931'de yapılan duruşmadan sonra 37 kişi idama mahküm edilmiş ve karar Meclis'in onayına sunulmuştu.105 31 Ocak 1931'de Divan-ı Harb-ı Örfi Müddeiumumî Muavini karar hâkimliğine karşı olayı baştan sona yansıtan ve suçluları, suçları tespit eden evrakı hazırlamıştı.106 İdam kararları suçlulara bildirilmiş ve Meclis kararı beklenmeye başlamıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi 2 Şubat 1931'de kararları kabul etti ve 3 Şubat 1931'de kararlar uygulandı. Menemen Olaylarının sorumluları sabaha karşı asıldılar. Derviş Mehmed Kubilay'ın şehit edildiği yerde asıldı. Kaçan bir mahküm ise daha sonra yakalandı.107

Menemen Olayı'ndan sonra artık inkılâplara engel olacak bir kuvvet kalmamıştı. Menemen Olayı'nın bu şekilde çok sert cezalar verilmek suretiyle kapatılması hükümetin inkılâp politikasına uygun düşüyordu. Türkiye'nin büyük çoğunluğu inkılâpları arzularken, birtakım gericilerin inkılâplar karşısında durması, hele şeriat fikri ile hareket etmesi muhakkak ki inkılâpları tehlikeye düşürürdü.
3. Ekonomik Gelişmeler
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonraki ilk yıllar içinde, malî yönden büyük sıkıntılar içinde bulunuyordu. Halkın vergi ödeme gücü zayıftı. Cumhuriyet hükümeti 17 Şubat 1925 günü bir kanunla aşar vergisini kaldırdı. Kökleri Ortaçağ'a kadar inen bu vergi pek çok suiistimalin kaynağı olmuştur. Aşar vergisinin kaldırılmasından sonra devlet tekel maddeleri, tütün, kibrit, alkollü maddeler vs. ile gelirini yükseltme yoluna gitti. Cumhuriyet hükümeti bu tedbirlerle köylülerin maddi durumuna destekçi oldu. 9 Aralık 1925'te, elbise, kumaş, başlık vb. eşyaları mensuplarına giydiren kuruluş ve şirketlerin bunları yerli kaynaklardan temini hakkındaki yerli malı kanunu ile yabancı sermayenin yurt içine girmesi önlenmiş oluyordu.

18 Mart 1926'da Karadeniz'in dağlardan aşağıya doğru alçalan kısmında kömür ve demir madenlerinin incelenmesi, araştırılması ve ilkel kuruluşların meydana getirilmesi için Demir Sanayii Kurulması Kanunu kabul edildi. Birkaç gün sonra da Petrol Kanunu, Veraset ve İntikal Kanunu çıkarıldı. 19 Nisan 1926'da Türk denizcilik ve deniz esnaflığı yapmak hakkını Türk bayrağını taşıyan deniz araçlarına ve Türk uyruklarına veren Türkiye Kıyılarında Deniz Taşımacılığı (Kabotaj) ve Limanlarla Karasuların içinde Sanat ve Ticaret Yapmak Kanunu çıkarıldı. Bir aşama daha yapılarak, Türkiye uyruğundaki şirket ve kuruluşların, bütün işlem, sözleşme, haberleşme, hesap ve defterlerini Türkçe tutma zorunluluğu kondu.

1926'da çıkarılan önemli bir kanun da, İstanbul ve ona bağlı yerlerdeki Balıkçılar Yardım Sandığı Kanunu'dur. Eskiden avlanmalar Padişah Buyruğu ile bazı kişilere verildiği halde, bu kanunla herkes bu haktan yararlanabilecekti. Bu arada, Kazanç Vergisi, Eğlence ve Hususî İstihlâk Vergisi, Maktu Vergi, Umümi İstihlâk Vergisi, Borçlanma, Şeker İnhisarı gibi maliyeyle ilgili kanunlar da çıkarıldı.108

1927 ve 1929'da topraksız köylüye toprak dağıtımı hakkında kanunlar çıkarıldı. Doğu illerinde büyük ölçüde dağıtımlar yapıldı. Böylece, hükümet, sosyal politikasına ek olarak 1925 ayaklanmasının önderliğini yapan, feodal aşiret şeflerinin güçlerini kırmak istiyordu. 1923 ile 1934 arasında 711.000 hektar toprak dağıtılmıştır.109

1929'da bütün dünyayı sarmış olan ekonomik bunalım, Türkiye'nin iktisadî ve sosyal gelişmesinde yeni bir devre açtı. İktisadî sıkıntının baskısı, Türk Devleti'nin gittikçe daha çok iktisadî eylem yapmasına neden oldu.

Kurtuluş Savaşı sırasında Bâb-ı Âli'nin yapacağı yeni emisyon, yani kâğıt para çıkarma işlemi satın alma gücünü, Marmara ve Ege Bölgelerinde yoğunlaştırarak, Kurtuluş Mücadelesi'nin Anadolu'daki kaynaklarına zarar verebilirdi. Millî Mücadele'de, para dolaşım hacminin değişmeksizin aynı noktada durma yani para basılmaması yararlı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet'e geçen banknot "kâğıt para-kaime" tutarı 158 milyon liradır. Atatürk zamanında, Merkez Bankası kurulurken, 6 tonluk küçük bir altın rezervini sağlamak için on milyon liralık kâğıt para çıkarılmıştır. Sonraki yıllarda, para çıkarımı 168 milyon liranın üzerine çıkarılmıştır.110 Bu da enflasyonu yani aşırı sayıda kâğıt para bollaşmasını ve para çıkarma işlemini önlemiştir. Böylece ekonomide düzenlilik sağlanmıştır.

Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 Mart 1922 tarihli Üçüncü Toplantı Yılında iktisadî görüşlere yer verdiği nutkunda, Osmanlı Devleti'nde, serbest ticaretin Tanzimat'la başladığını, ama Türk üreticisi ve tüccarının, yabancılarla eşit savaşım yapamadığını, kapitülasyonların millî ekonomiyi bağladığını, yabancı şirketlerin, teknik eleman ve sermaye gücüne sahip olduklarına değinerek, "Millî piyasada egemen duruma geçmelerine ve yeni gelişen ekonomiyi baskı altında tutmalarına göz yumulmayacaktı" demiştir.
17 Şubat 1923'teki, İzmir İktisat Kongresi'nde ise, gerileme ve çöküntü nedenlerinin iktisadî sorunlara bağlı olduğunu, çağın ekonomi devri olduğunu, ekonomiye bugüne kadar gerekli önemin verilmediğini, ekonominin herşey demek olduğunu belirterek "Tam bağımsızlık için şu kural vardır: millî egemenlik, malî egemenlikle desteklenmelidir. Bizleri bu hedefe götürecek tek kuvvet, ekonomidir" demiştir.111

Çağırılan iki bin temsilciden 1135'inin katıldığı İzmir İktisat Kongresi'nde, Millî Türk Ticaret Birliği, İzmir İktisat Kongresi'nde şu kararları aldırmıştı:

a) Tekel sisteminin kaldırılması, b) Gümrük himâyesi c) Millî bir banka kurulması d) Yabancı sermayenin memlekete zararlı olmayacak şekilde girmesi e) Kabotaj hakkının Türk gemilerine tanınması. Bunlardan yabancı sermaye konusuna, Mustafa Kemal açış konuşmasında "Yabancı sermayeye düşman olduğumuz sanılmasın. Memleketimiz geniştir. Çok sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza aykırı olmamak kaydıyla yabancı sermayeye güvence tanımaya hazırız" demiştir. Bu sermaye, özellikle petrol çıkarımında üstün araçlara sahip olan devletlerden alınmakla sağlanacaktır.

19 Eylül 1922'de Türkiye Millî İthâlât ve İhracat Anonim Şirketi'ni, 54 milletvekili, 37 tüccar ve yüksek dereceli memurlar kurmuştu. Bu tarihte, İstanbul Tramvay İşletmesi, Tütün Tekeli, Telefon İdaresi, Bomonti Bira Fabrikası yabancı şirketlerde idi. Feshâne, Beykoz ve Bakırköy'de bulunup, devletindi. 1924'te yabancı sermaye denetiminde 7 demiryolu şirketi, 6 maden imtiyazı, 23 banka, 12 sanayi teşebbüsü, 35 ticaret şirketi, 11 belediye imtiyazı bulunuyordu.112 1924'te bankalarda para azdı. Sermaye ve tasarruf birikimi zayıftı. Sanayici yok denecek kadar azdı.

1923'te çıkarılan yasa ile Ziraat Bankası, dışardan çiftçiye gümrüksüz makine dağıtımı kararını almıştı. Tarımsal krediyi sağlarken, sermayesini 1930'da 35.715 bin liraya yükseltildi. Bir yasa ile, "İtibarî Ziraî Birliği"ni 21 Nisan 1924'te kurmuş ve bu sonraki Tarım Kredi Kooperatiflerinin "ortaklarının" öncüsü olmuştur. İstanbul, buğdayının Trakya ve Orta Anadolu'dan sağlayamadığı kısmını ithalâtla karşılıyordu. Tarih boyunca Osmanlılar döneminde İstanbul'un buğday gereksinimi bir türlü sağlanamadığı gibi, İmparatorluğun pekçok yerinde hububat sıkıntısı çekilmişti. 1923'te 11 milyon 621 bin lira tutan buğday ithâlatı, 1927'de 971 bin liraya düştü. 1930'lardan sonra ise, buğday ithalâtı kalmadığı gibi, ipekliler bile dışarıya ihraç olunmaya başlandı. 1922-1927 arasında tütün üretimi 20.544 tondan 64.393 tona, üzüm 37.400 tondan 40.000 tona çıktı. İncir ise 28.200 tondan 23.000 tona indi. Diğer mallarda ise üretim alanında büyük artış oldu. 1925 bütçesiyle yetki alan Hükümet, köylüye toprak dağıttı. Bunun ücreti 20 yılda ödenecekti. Bu arada, millîleştirilme dönemine gidildi. 1924'te bazı demiryolları, Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı'nın satın alınması, 1925'te Reji (Tütün) yönetimi, 1928'de Anadolu ve Mersin-Tarsus-Adana demiryolu ile Haydarpaşa Limanları Şirketi, 1931'de Mudanya-Bursa, 1933'te İstanbul Su Şirketi, 1933'te İzmir Rıhtım Şirketi, 1934'te İzmir-Afyon ve Manisa-Bandırma hattı, İstanbul Rıhtım, Dok ve Antreposu, 1935'te Aydın Demiryolu, 1936'da İstanbul Telefon Şirketi, 1937'de Ereğli Şirketi (Liman-demiryolları), 1937'de İzmir Telefon, 1938'de Üsküdar ve Kadıköy Türk Anonim Şirketi, Elektrik Şirketi, 1939'da İstanbul Tramvay, Tünel, Ankara Elektrik, Havagazı şirketleri, Adana Elektrik, Bursa ve Müttehit Türk Anonim Şirketleri, Mersin Elektrik millîleştirildi. Zonguldak Kömür İşletmeleri, 1940 yılına kadar Türk, Fransız ve İtalyan işletmeleri ile İş Bankası'nca birlikte işletiliyor idi. 1940'ta devletleştirilip, Etibank'a bağlandı.113 Görülüyor ki, Atatürk devri devletçilik siyasetî, henüz 1923'te başlamış olmasına karşı, büyük bir hızla pek çok işletme ve kurum devletleştirilmiştir.
1923 Şubatı'nda, Mustafa Kemal "Türkiye ve Rusya arasında iç rejimler açısından ilişki ve benzerlik söz konusu olamayacağını" kesinlikle belirtmişti. O, çiftçi, tüccar, sanayici ve işçinin devletle iş birliği halinde başlatacağı seferberliği düşünüyor idi. Ticareti yabancılara bırakmamak gerektiğini savunuyordu.

Sanayi ve madencilikte üretim artmakla birlikte, gerçek anlamda sanayileşme hareketi başlatılamamıştı. 1929 Alî İktisat Raporunda, dışarıya ham madde yerine, işlenmiş eşya satılması en fazla tüketilen malların yurtta yapılması savunulmuştu. Üretim artar ve gelirler yükselirken, ithal maddelerinin isteği de arttı. Ancak, bunlar 1923'ten 1932'ye kadar olan sürede çok gerilemiştir. Örneğin, Sabun ithali 1929'da 675.000 kg'dan 1932'de 25.000 kg'a inmiştir. 1929-1934 yıllarında ihracat, 669 bin tondan 1 milyon 637 bin tona yükseldi. Miktar yönünden sağlanan büyük artışa karşılık, fiyatlar düştüğü için, döviz geliri 155 milyon liradan 92 milyon liraya düşmüştü. İhracat fiyatları, yarıdan fazla düştü.

Daha az dövizi, daha çok mal vererek elde eder duruma düştük. 1922-1 925 arasında üç yıllık fiyat artış oranı % 12,5, 1925-1927 arasında % 2 idi. 1924-1929 arasında hazinenin elinde para değerinin düzenliliğini koruyabilecek yeterli altın ve döviz rezervi yoktu. Ancak, zaferin kazandırdığı prestij kambiyo piyasasını etkilemekteydi. 1919'dan bu yana memleketi enflasyonsuz yöneten M. Kemal, Başvekilin para çıkarma isteklerini hep geri çevirdi. 1931'de 6 ton 127 kilo olan altın rezervleri, 1937'de 26 ton 107 kiloya yükseldi. 1938 Türkiyesi'nde açlık yoktu. Yoksulluk eskisi kadar değildi. Millî gelirin % 47,4'ü tarımdan, % 11,2'si imalat sanayiinden, % 4,6'sı inşaattan, % 10,2'si ticaretten ve % 4,1'i serbest mesleklerden sağlanıyordu.

1923'ten 1930'a kadar gümrük istatistiklerine bakacak olursak ithalâtımızın ihracatımızdan fazla olduğu görülür. Bunun sebebi, taşıma araçlarının kıt oluşu ve fabrikaların bulunmayışıdır. Gemi sayısı azdır. Bu yüzden 1931'e kadar, inşaat kerestesi, çam, çimento, taş, alçı, madeni makineler, vapurlar, vagonlar, arabalar için Türk Lirası olarak 376.865.000 lira ödenmiştir. Ama, kumaş, deri, şeker, çimento, çivi ve cıvata ithalâtında 1924'te 87.297.438 TL'si, 1932'de 23.746.428'e inmiştir. 1923'te 368 milyon kilo ihracat 1931'de 667 milyona yükselirken, aynı tarihlerde 1924 497 milyon olan ithalât milyon kiloya inmişti. Üstelik bu tarihlerde bütün dünyada ekonomik bunalım kendini iyice hissettirmekteydi.
1902 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nda birkaç bira fabrikası, 1500 kadın ve 500 erkek amelenin çalıştığı Hereke, Zeytinburnu'nda barut ve fişek, Beykoz'da askerî gereksinimler için Tabakhâne, Bursa'da ve Haliç'te kumaş yapan Feshâne, bunların dışında Karamürsel ve birkaç ipek fabrikası dışındakiler hep yabancıların elindeydi. Cumhuriyet Türkiyesi'nde, sanayi inkılâbı 1927'den itibaren başlar. 1927'de 197 olan fabrika sayısı 1933 sonlarında 3000'i aşmakta idi. 1930'da yün mensucat 1.680.000 metre iken, 1932'de 2.200.000 metreye yükselmiştir. Çimento yapımı ise, 1925'te 6.841 ton iken 1931'de 100.435'e yükselmiştir. 1924-1932 arasında Kırıkkale civarında kurulan fabrikalar ile sanayi yükselmiştir. 1926'da 62.971 ton şeker ithal edilirken 1932'de bu 29.336 tona düşmüştür. Alpullu Şeker Fabrikası 1928'de eklediği fabrika ile her sene üretimi artırarak ispirto yapmayı başarmıştır. 1928'de 414.926 litre olan ispirto üretimi, 1932'de 1.613.348'e yükselmiştir. Havza'da 1923'te 583 ton kömür çıkarılırken bu 1932'de 1.200.699'a yükselmiştir. Zonguldak'taki 63 ocağın sermayesi ile Kilimli, Kozlu'nun sermayeleri yükseltilmiştir.

1933 yılına kadar olan dönemde petrol araştırmaları da yapılmıştır. Ruslar Van Gölü'nün doğusunda Kürzot Köyü'nde on kuyu açmışlar ve sonra bunlar üzerinde çalışılmıştır. Özellikle, büyük masraf isteyen petrol araştırmalarının yabancılara verilmemesine özel bir çaba harcanmıştır. Ergani Bakır Şirketi'nin sermayesi 3.000.000 Türk Lirası olup, yarısı Türklere aittir. Maden üretimi de diğer üretimlerdeki gibi büyük bir artış göstermiştir.114

Memleket, büyük bir savaştan çıkmış, Düyün-ı Umümiye yönetiminin borçlarının faizlerini dahi ödeyemeyecek durumda ve bütün sanayi gereksinimini dışarıdan sağlarken, üretici duruma geçmişti. Elde yalnız birkaç fabrika varken, süratle fabrikalılaşmaya yönelinmiş, bankacılık ve kooperatifçiliğe, çağdaş sanayi usüllerine başvurulmuştu. Devletin yapmış olduğu demiryolları, satın aldığı ve devletleştirdiği şirketler ile halk hizmeti özel sektörden değil devletten sağlanır olmuştu. Durumu çok iyi olmamasına karşın, halk ilerlemeye gidildiğini görüyordu.

Hükümet ekonomik bunalıma karşı en iyi tedbirin milletçe fedakârlığa katlanmak olduğu kanısını taşıyordu. Bu yüzden yeni vergiler getirildi. 27 Haziran 1931'de Arazi Vergi Kanunu, 4 Temmuz 1931'de Bina Vergisi Kanunu, 6 Temmuz 1931'de Hayvanlar Vergisi Kanunu, 21 Temmuz 1931'de Muamele Vergisi Kanunu çıkarıldı. İktisadî sıkıntıyı önlemek için İktisadî Bunalım Vergisi de konulduğu gibi, 12 Aralık 1931'de gereksiz harcamalardan kaçınmak için Tasarruf Haftası başladı.115

 Düyün-ı Umümiye Sorunu

Türkiye Cumhuriyeti'ni uğraştıran önemli bir mesele de "Düyün-ı Umümiye" Genel Borçlar sorunuydu. Abdülmecid zamanında başlayan borçlanma yüzünden Osmanlı Devleti iktisaden çökmüş idi. Ankara Hükümeti kurulduğunda 161.303.833 liralık genel borçla karşı karşıya kalmıştı. Lozan Konferansı'nda, borçların İmparatorluğun hâkimiyetinden çıkan tüm yerlere bölüştürülmesi kararı kabul edildi. Lozan Antlaşması'nın yürürlüğe girdiği tarihten sonra, 1 Temmuz 1925'te, Fransız Dış İşleri Bakanlığı'nda toplanan komisyon, Türkiye'nin payına 107.528.461 lira borç ayırmıştı. Bu konularda yani Türk Hükümeti'ne geri verilmesi gereken ve Türk Hükümeti'nin ödemeye zorunlu olduğu borçlar konusunda 14.12.1932'de Prensip Uzlaşması, daha sonra 1928 sözleşmesi imzalanmış ve Türkiye'nin payına düşen borç 8.578.343 altın lira olmuştu. Bu konuda, 22.4.1933'te Türk delegesi ile senetleri ellerinde olan temsilciler arasında anlaşma yapılmıştı. Cumhuriyet Hükümeti bunları taksitle ödemeye devam etmekteydi.116

Kadro Hareketi

Ekonomik bunalıma çare bulmak için Türkiye'deki aydınlar da çaba sarfetmekteydiler. 1932 ile 1934 arasında yayımlanan Kadro dergisinde, diplomat ve romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve pek çok yazar bulunmaktaydı. Kadro dergisinde yazı yazan bu gruba mensup kişiler, iktisadî ve sosyal sorunların açık sözlü tartışmasını yapıyorlar, bazı teklif edilen çözümleri ortaya koymak için girişimlerde bulunuyorlardı. Fakat, Dergi'nin nazikçe yasaklanması ve başyazarının elçi olarak Arnavutluk'a sürülmesi çalışmaları büyük ölçüde etkiledi.

Devletçilik

Özel teşebbüsün ya şüpheli görüldüğü ya da yetersiz olduğu bir ülkede devletçilik, millî gelişme ve güvenlik adına, endüstri çalışmalarının öncüsü ve yöneticisi oldu. Cumhuriyetin ilk on yılında, özellikle demiryollarının artırılmasında ve tütün, kibrit ve alkol tekellerinin örgütlenmesinde bazı girişimlere geçilmiş bulunuluyordu. 1934'ten 1939'a kadar uygulanan ilk beş yıllık Türk Plânı büyük bir gelişmeyi hedef tutuyordu. Türk resmî raporunun deyimiyle "Programın ana hatları ve tasarlanan endüstrilerin kapsamı, sadece ülkeyi kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yetenekli kılmak arzusuyla belirlenmişti". Bütün kusurlara karşılık, plânlar, Türkiye'nin sanayi üretimini 1927 ile 1939 arasında dünya üretimine göre, %14'ten %23'e çıkarmayı başarmıştır.117

Bankalar

Tezgâh devrinden süratle makineleşmeye geçilirken, 29 Ağustos 1924'te İş Bankası, Atatürk'ün adını vermiş olduğu Etibank 14 Haziran 1935, Sümerbank ise, ondan daha önce 3 Haziran 1833'te kurulmuş, Denizbank ve diğer bankaların kurulmasında devam olunmuştu. Devlet sermayesi ile bir bankanın kurulması ilk defa düşünülerek 1926 yılında 20 milyon itibarî sermayeli "Emlâk ve Eytam Bankası" çalışmaya geçirilmiş, sonra bu banka 1946 Haziranı'nda 100 milyon itibarî sermaye ile "Türkiye Emlâk Kredi Bankası" olarak çalışmalarına devam etmiştir. Mithat Paşa'nın kurmuş olduğu Ziraat Bankası'na ağırlık verilmiş 14 Haziran 1937'de Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası Kanunu kabul edilmişti. 8 Haziran 1933'te Halk Bankası kurulduğu gibi, 10 Haziran 1933'te Osmanlı Bankası'nın imtiyaz süresi 1952'ye kadar uzatılmıştı. Daha sonra bankaların açılmasına hız verilmişti.

Sanayideki Gelişim

1942 yılında savaş nedeni ile ekonomik sıkıntılara girilmişti. Büyük bir bunalım vardı. 13 Ocak 1942'de ekmeklik hububat ve ekmek tüketimi sınırlandı, bazı yiyecek maddelerine ve yiyecek maddeleri taşıyan taşıtlara Doğu'da el kondu. 22 Ocak 1942'de şekere, 7 Şubat 1942'de hububata, 18.3.1942'de çay ve kahveye zam yapıldı. Bu ve bunun gibi pek çok düzenleme yapıldı. Savaş sonunda sıkıntılar giderildiğinden normal hayata dönülecekti. Bütün bu sıkıntılara karşılık savaş dışında kalmakla beraber, savaş ekonomisinin içeri girildiğinden, bütün dünyada sıkıntı olduğundan Saraçoğlu Hükümeti 5 Ağustos 1942'de güven oyu aldı.118

Cumhuriyet döneminde sanayinin hızla gelişmesine de önem verilmişti. 1915'te 264 olan sanayi kurumları, 1938'de 1.394'e yükseldi. 28 Mayıs 1927'de Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun kabul edilmesiyle sanayi adamlarının harekete geçmesi hızlandırıldı. Bu arada İzmit'teki kâğıt fabrikası ile Karabük'te Ereğli Demir Çelik fabrikaları devletçe açıldı. Maden Tetkik Arama Enstitüsü kurularak Türkiye'deki maden araştırmaları hızlandırıldı. Özel teşebbüsün açtığı fabrikalar ise, özellikle 1940'lardan sonra artmaya başlamıştı. 1927'ye kadar açılmış fabrikaların sayısı 470 iken, 1927'den 1931'e kadar olan sürede açılan fabrikaların sayısı 1988'e çıkmıştır. 25 Haziran 1937'de "Âli İktisat Meclisi Teşkili Hakkında Kanun" kabul edilmiş, Âli İktisat Meclisi, 4 Aralık 1928'de İktisat Bakanı Rahmi Bey'in söylevi ile açılmış ve her yıl belirli zamanlarda toplanıp çalışmaya başlamıştır. Avrupa'nın ve Amerika'nın önemli iktisadî merkezlerinde ticaret mümessillikleri kurulmuştu.
3.6. Ziraat Sahasında Yapılan Yenilikler
Aşarın kaldırılması, köyleri merkeze bağlayan yolların yapılması, köy okullarının artması, sıtma savaşı, Osmanlı döneminde köylüye düşen genel vergi miktarının %40'tan %11'e indirilmesi, Köy Kanunu, işleyecek tarlası olmayan köylüleri toprak sahibi yapma işlemleri, hep Atatürk'ün 1 Mart 1922 söylevinin gerçekleşen sonuçlarıdır. Bataklıklar kurutuldu. Büyük Menderes'te sulama projesi yapıldı.

Ziraat işlerinin düzene konması için, 17 Haziran 1927'de "Ziraat Tedrisatı'nın İslahı" adlı kanun kabul edildi. 20 Haziran 1927'de "Ziraat ve Veteriner Enstitüleriyle Yüksek Mektepler Kurulması'na ve Ziraat Öğretiminin Düzeltilmesi'ne Dair Kanun", Ankara'da mükemmel laboratuvarlara sahip Yüksek Ziraat Enstitüsü'nün 30 Ekim 19333'te törenle açılması ve Yüksek Baytar mektepleri ve enstitülerin kurulması ve Avrupa'ya ziraat öğrencisi ve öğretmenlerinin gönderilmesi zirâi alanda gelişmeyi artırmak için yapılan teşebbüslerdi.

29 Aralık 1931'de Ziraat Bakanlığı kurulurken, aynı sene Tarım Bakanlığı da kurulmuştu. 1889'da kurulan Ziraat Bankası'nın, 1921'de 11.5 milyon olan sermayesi 1931'de 26 milyona yükseltildi.

Bu çalışmaların amacı köylünün ziraatini geliştirmek oluyordu. Bu bakımından 1924 ile 1931 arasında daha pek çok teşebbüse girişilmiştir. Bu amaçla 1924'te Ziraî İtibar Birlikleri Kanunu çıkarıldıktan sonra, 1929'da köylüye kredi sağlamak için bu birliklerin daha kolay gelişmesini sağlayacak "Ziraî Kredi Kooperatifleri Kanunu" (1 Haziran 1929) çıkarıldı. 7 Haziran 1926'da köylünün daha iyi hayvan yetiştirmesini sağlamak amacı ile "Hayvan Islahı Hakkında Kanun" çıkarıldı.
5 Mayıs 1925'te, şimdiki Gazi Mahallesi yanındaki bir bozkır parçasına çadır kurularak iki traktörle şimdiki Atatürk Orman Çiftliği'nin kurulmasına başlandı. Altı yıl geçmeden dikilen ve tutan iki milyona yakın ağacı ile "Orman Çiftliği" ortaya çıktı.

1930 yılında pirinç ziraatini düzenlemek için altı çeşit çeltik tohumu getirildiği gibi, Orta Anadolu'da Yonca Tohumu Temizleme Kurumu açıldı. 1926 ile 1931 arasında traktör kullanan çiftçileri korumak için kanunlar çıkarıldığı gibi, kredi kolaylıkları da gösterildi. İklim şartlarını zamanında öğrenmek için 100 bölgede meteoroloji istasyonları açıldı.

Köylünün fazla ürününü alıp, depolamak için 24 Haziran 1938'de Toprak Mahsulleri Ofisi kurulması ile bir refahlık sağlanmıştı.

22 Nisan 1940'ta kurulan köy enstitüleri, Türk köylerinde büyük bir aşama meydana getiriyordu. Kanunun bu tarihte kabulünden sonra köy enstitüleri açılacaktı. 14 Mayıs 1945'te Halk Partisi'nin Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu 11 Haziran'da uzun görüşmelerden sonra kabul edildi.119

16 Şubat 2016 Salı

Soğuk Savaş Yaklaşırken Ülke Gündemi

ÜLKE GÜNDEMİ- TÜRKİYE

14 yıldır bu ülkeye bela olanlar şimdi de ülkeyi savaşa sokma peşindeler. Yandaş gazete yazarları ve TV program soytarıları tarafından Rusya' ya ve Suriye' ye her gün savaş ilanı yapılıyor. Bu sülük yazar ve aydın görünümlü cahil TV soytarılarının aldıkları paralarla bunları yazıp çizdikleri ve savaş durumunda fareler gibi kaçacak delik arayacakları aşikar. Tek dertleri aldıkları emir doğrultusunda ülkeyi savaşa hazırlamak ve ülke içi nabız yoklaması yaparak Uzun deliye verileri sunmak!

Gerçek şu ki; soğuk savaşın eşiğindeyiz ve bu gerçek gizleniyor ! Dolaylı yollardan insanlara nabız yoklamasıyla sindire sindire ama aynı zamanda da bizleri enayi yerine koyarak günü gelince tepemizden füzeler uçmaya başladığında anlatacaklar... Savaş başladı!


Tüm Avrupa da taraflı tarafsız bütün yazarlar, düşünürler ve siyaset bilimcileri Ukrayna krizi ile soğuk savaşın yeniden gündeme geldiğini tüm dünyaya açıklamışlardı. Merkel de bu yüzden iki de bir Türkiye' ye geliyor zaten, Uzun Deli yandaşları her defasında para için geldiğini sanıyor, soğuk savaş tuzağı kapanına düşmüş cahil sürüsü... Oysa AB 'yi savaş alanı dışında tutabilmek için ve Suriye' li mültecileri AB ye girmesini engellemek için uğraşıyor verilen paralar zaten bunu açıkca ortaya koydu.
Suud jetlerinin gelmesiyle de savaş hazırlığının adımlarını yavaş yavaş atmış oluyorlar kendilerince, Ordusu iftiralarla dağıtılmış Uzun Delinin Türkiye' si aynı anda Rusya, Suriye ve İran'la savaşabileceğini sanıyor ve meclise gönderilmek üzere teskere hazırlığı yapıyor. ABD piyonu Uzun Deli kendi düştüğü ateş çemberinin içine Türkiye Halkını sokma peşinde, umarım başaramaz ama durum sanıldığında da vahim... 

TBMM 1950' ler den beri ABD' nin haremi haline geldi. Genelkurmay başkanı dahi NATO' cu generallerden oluyor. Seçimlerde seçmenin %99'u ABD yanlısı partilere oy veriyorsa bunun sorumlusu da bellidir. Tek sloganla halka seslenin "Seçimlerde Oy'unuzu TBMM dışındaki partilere verin" denmelidir. İnsanlar siyasi tercihlerini değiştirmezse, ABD' ci parti liderlerinin saltanatı hüküm sürer, seçim barajları kalkmaz, siyaset paralı olmaya devam eder, ülkenin her yeri satılır ve savaş kaçınılmaz hal alır.
Saygılarımla...

13 Kasım 2015 Cuma

Osmanlı'nın En Büyük Toprak Kaybı '' II.Abdülhamit ''

     II.ABDULHAMİT

Osmanlı'nın En Büyük Toprak Kaybı 

       II. Abdülhamit'in hiç toprak kaybetmediğine dair bir yanılgı var. II.Abdülhamit 1876 yılında tahta oturmuştur ve 1909 yılına kadar tahtta kalmıştır.Şimdi o dönem içerisinde Osmanlı Devletinin kaybettiği topraklar var mıydı bir bakalım?

BERLİN KONGRESİ VE BERLİN ANTLAŞMASI (1878)


Kongreye Katılan Devletler: Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, İtalya ve Almanya.

NOT: Bu sırada İngiltere, Osmanlı Devletine KIBRIS'ın kendisine bir ÜS olarak verilmesi durumunda kongrede Osmanlı Devletini savunacağını söyledi. Osmanlı İngiltere'nin bu isteğini kabul etmek zorunda kaldı.

BERLİN ANTLAŞMASININ MADDELERİ (1878)

1) Ayestefanos Antlaşmasıyla kurulan BULGAR KRALLIĞI üçe ayrıldı:

a) Asıl Bulgaristan: Osmanlı Devletine vergi veren bir prenslik haline getirildi.
b) Makedonya: Islahat yapılmak şartıyla Osmanlıya bırakıldı.
c) Doğu Rumeli: Osmanlıya bağlı kalacak, ancak hristiyan bir vali tarafından yönetilecek.
2) Sırbistan, Romanya, Karadağ bağımsız olacak.
3) Bosna-Hersek Osmanlı toprağı sayılacak, yönetimi geçici olarak Avusturya'ya bırakılacak.
4) Kars, Ardahan ve Batum Ruslara, Doğu Beyazıt Osmanlı'ya verilecek.
5) Teselya Yunanistan'a verilecek.
6) Ermenilerin oturduğu yerlerde ve Girit adasında ıslahatlar yapılacak.
7) Osmanlı Rusya'ya 60 milyon altın savaş tazminatı verecek.

BERLİN ANTLAŞMASI SONRASI GELİŞMELER:

1) KIBRIS'IN İNGİLİZLERE ÜS OLARAK VERİLMESİ 

Berlin kongresi sırasında Osmanlının çıkarlarını savunması karşılığı İngiltere'ye Kıbrıs'ta üs kurma sözü verilmişti. Berlin Antlaşmasından sonra KIBRIS üs olarak İngilizlere verildi. (1878)

NOT: İngiltere böylelikle Süveyş kanalını kontrol etme imkanına kavuşmuştur. Osmanlının I.Dünya savaşına girmesiyle İngiltere, Kıbrıs'ı toprakların kattığını açıkladı.


2) DÜYUN-U UMUMİYE İDARESİNİN KURULMASI(1881)

Osmanlı Devleti dış borç ve faizlerini ödeyemeyince alacaklı devletler bu idareyi kurmuşlardır. Bu idare dış borçları doğrudan toplamak suretiyle kurulan yabancı bir mali kontroldü. Bu da Osmanlı Devletinin ekonomik bağımsızlığına gölge düşürmüştür.

3) TUNUS'UN FRANSIZLAR TARAFINDAN İŞGALİ(1881)

Fransa'nın Tunus'u işgalini Osmanlı Devleti sadece protesto edebilmiştir. (Fransa hatırlanacağı gibi 1830 yılında da Cezayir'i işgal etmişti.)

4) MISIR'IN İNGİLİZLER TARAFINDAN İŞGALİ(1882)

İngilizler Süveyş Kanalının açılmasıyla önemi daha da artan MISIR'ı 1882'de işgal ettiler.

5) DOĞU RUMELİ'NİN BULGAR PRENSLİĞİ İLE BİRLEŞMESİ (1885) 

Doğu Rumeli Bulgar'larının Bulgar Prensliği ile birleşmek için ayaklanmaları sonucu yapılan görüşmelerde Osmanlı Devleti bu bölgenin Bulgar Prensliğine bağlanmasını kabul etti (1885)

6) GİRİT SORUNU VE OSMANLI-YUNAN SAVAŞI

Yunanistan'ın Giritin iç işlerine karışması ve burada çıkan ayaklanmayı desteklemesi sonucu OSMANLI-YUNAN savaşı çıktı. Yapılan DÖMEKE MEYDAN SAVAŞINI kazanan Osmanlı kuvvetlerine Atina yolu açıldı. Ancak Avrupa Devletlerinin müdahale etmesi üzerine İSTANBUL ANTLAŞMASI imzalandı. (1897) Buna göre Girit'e özerklik verilmiş, ayrıca yönetimi Yunanlı bir Prense verilmiştir.

NOT: Bu antlaşma ile Giritin yönetimi elimizden çıkmış, II.Meşrutiyet sırasında Girit Yunanistan tarafından işgal edilmiş,Balkan Savaşı sonucu imzalanan Atina Antlaşmasıyla da Girit'in Yunanistan'a ait olduğu kabul edilmiştir.

7) BOSNA HERSEK'İN AVUSTURYA'YA BAĞLANMASI(1908)

Berlin Antlaşmasında Bosna Hersek'in yönetimi geçici olarak Avusturya'ya bırakılmıştı. II. Meşrutiyetin ilanı sırasında Avusturya Bosna-Hersek'i topraklarına kattığını açıkladı. Osmanlı bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.

8) BULGARİSTAN'IN BAĞIMSIZLIĞINI KAZANMASI(1908)

II.Meşrutiyet'in ilanı ile oluşan karışıklıklardan yararlanan Bulgarlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Rusya'nın araya girmesiyle Osmanlı Devleti bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.

Durum böyledir arkadaşlar, yani bazılarının II.Abdülhamit döneminde Osmanlı Devleti toprak kaybetmemiştir sözleri bir yanlıştan ibaret olarak kalıyor, hatta Osmanlı Devleti tarihinin en büyük toprak kaybını yaşıyordu.


Fatih BAYRAKOĞLU

Twitter:@fbayrakoglu

18 Ekim 2015 Pazar

RECEP TAYYİP ERDOĞAN'nın Akıl Hocaları

     Üstat Necip Fazıl'dan  Akil Mustafa Armağan'a

     R. T. Erdoğan'nın tarihe bakışı daho çok öğrencilik yıllarında biçimlenmiştir ve stratejik / siyaseten yaptığı konuşmalar hariç, zaman içinde çok keskin farklılıklarda göstermiştir. Anlaşılan o ki Erdoğan, imam hatip yıllarında ve Milli Türk Talebe Birliği üyeliği dönemimde  erken Cumhuriyet dönemi karşıtlığıyla, Atatürk ve İnönü eleştirileriyle karşılaşmış, Osmanlı-İslamcı görüş sahiplerinin Atatürk'e ve İnönü'ye, erken Cumhuriyet dönemine ve dönemin tek partisi CHP'ye kökten karşı hatta ''düşman'' olduklarını görmüştür. Gerçekten de o gün bu gündür Osmanlıcı-İslamcı görüş, kendini Atatürk düşmanlığıyla ve Cumhuriyet karşıtlığıyla tanımlamıştır.Bu görüştekilerin tarih okumalarında temel kaynaklarından biri, hatta birincisi ''üstat'' dedikleri Necip Fazıl Kısakürek'tir. 1950'lerin yeni yeni uç vermeye başlayan Türk-İslam sentezcileri, Necip Fazıl'ın yazılarıya ve kitaplarıyla beslenmiştir.

    Necip Fazıl Kısakürek

   Necip Fazıl Kısakürek
, 26 Mayıs 1904'te Çemberlitaş'ta doğmuş Asıl adı Ahmet Necip'tir ve varlıklı bir ailenin oğludur. Ailevi nedenlerden dolayı Heybeliada Bariye Okuluna gittiğı sıralarda adı Necip Fazıl olmuştur. Necip Fazıl 1921 yılında Darülfününun Felsefe bölümüne girmiş, orada Ahmet Haşim, Faruk Nafiz, Yakup Kadri, Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi, Ahmet Hamdi, Peyami Safa gibi dönemin ünlü edebiyatçılarıya tanışmıştır. İlk şiirlerini de o yıl yayımlamış ve daha sonra O ve Ben

adlı eserinde belirteceği gibi kendisini artık dünyada tanımayan kalmadığını ve hep ondan konuştuklarını sanmaya başlamıştır. Daha sonra hükümet bursuyla Paris'te Sorbonne Üniversitesi'ne girmiştir. Burada ünlü filozof Henri Bergson'la tanışmıştır. Necip fazıl O ve Ben adlı eserinde Paris hayatından: '' kadını, kumarı, içkisi, bohem hayatı, şüpheci felsefesi, sara nöbetleri içinde sanatı, çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün mesleleriyle Paris....Kabus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve islami edebim amnidir, '' diye söz etmiştir. Paris'teki bu bohem hayatı dolayısıyla geri çağrılmıştır, Babıali adlı kitabında anlattığına göre, Zeki Mesut adlı Müfettişin verdiği son aylığı ve memlekete dönüş parasınıda kumar masasında kaybetmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla kumar tutkusu Paris'te başlamıştır. Gel gelelim Necip Fazıl'ın siyasete ve tarihe etkilerine...

    CHP'li Necip Fazıl ! Evet yanlış okumadınız. Necip Fazıl bir zamanlar tek parti CHP döneminde CHP'li denecek kadar partiyle içli dışlıdır. 1920-1930 yıllları arasındahem devlet bünyesinde çalışmış hem derejimin savunuculuğunu yapmıştır ve dönemin tek parti hükümetinden çok saygı görmüştür. Pİyesler devlet tiyatrolarında sahnelenmiştir. 1930-1934 yılları arasındagenç Cumhuriyet'i savunmuş yobazları softaları eleştirmiştir. 1932'de yazdığı Bir Hikaye Birkaç Tahlil adlı eserinde  ''softa Kimdir?'' sorusuna şöyle yanıt vermiştir.  ''... Onu tarife hacet yok . Onu Tanırız.Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir...''  

Atatürk'ün ölümü üzerine Cumhuriyet Gazetesinde şu övgü dolu cümlelri yazmıştır. (...) Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var. Zaman tasnifinde bunlarda biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü bu güne kadar sürer. (...) Biri ölüm hükmü bir milleti şahlandırdı.Mucize eserinde bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvel ki ölüm tehlikesini doğuran sebebler karşısında harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti...(...) İnkilapçı Atatürk, Tanzimat'tan beri  Türk cemiyetinin Avrupa medeniyetler manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır girişimleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi. (...) Milli Kahraman'nın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz; Teknesinde Atatürk'ü yoğuran Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti...
 
  Kendi yazılarından da anlaşılacağı gibi Necip Fazıl sıkı bir Atatürk hayranı ve rejim dostu idi. Fakat 1934'te Beyoğlu'unda Ağa Camii'nde cumaları ders vermekte olan Nakşibendi büyüklerinde Vanlı Seyyid Abdülhakim Arvasi ile tanışması ile hayatı değişmiştir. Necip Fazıl Arvasi etkisini Mürşid şiirinde şöyle anlatmıştır; Bana yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; / ruhuma büyük temel çivisi çaktınız! Necip Fazıl, Kafakağıdı kitabında Arvasi'ye ' köpeğin olarak kendi köpekliğimden kurtulayım; insan olayım!'' diye yalvarmıştır. Bu değişimden sonra bir zamanlar Cumhuriyet'in faziletlerini anlatan Necip Fazıl, artık Cumhuriyet' baş düşmanı olarak kötülüklerini anlatmaya başlamıştır.

    DP'li Necip Fazıl
1946' da Demokrat Parti'nin kurulmasıyla birlikte Necip Fazıl'ın CHP eleştirileri yoğunlaşmaya başlamış,DP'nin 14 Mayıs 1950' de iktidara gelmesiyle CHP, İsmet İnönü ve Atatürk  düşmanlığı sınır tanımaz hale gelmişitir.
    Adnan Menderes'in İzmir il kongersinde söylediği şu sözler Necip Fazıl'ı derinden etkilemiştir:
Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık, İnkilap softalarının yaygaralarına izin vermeyerek ezanları arapçalaştırdık, Mekteplerde din derslerini kabul ettik. Radyoda Kur'an okuttuk. Türkiye müslüman devlettir ve müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icaları yerine getirilecektir. Menderes'in bu sözlerinden sonra kendi ifadesiyle o an Menderes'in Kölesi olmaya karar vermiştir. Kendi çıkardığı Büyük Doğu dergisinden şöyle seslenmiştir.
     '' Böyle bir sözü söyleyecek bir başbakanın kölesi olduğumuzu söylemekten şeref duyarız. Tekrar ediyoruz, Partimize, siyasi muhitimize, kabinemize, tezatlarımıza ve hatıra gelen gelmeyenher şeyimize rağmen, en saf halis tarafından azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz '' 

   Karşı Devrimin Kara Kutusu Necip Fazıl
1950'ler de Türkiye' de antikomünizmin bayraktarlığını yapan Necip Fazıl, Menderes'in DP'sini desteklemiştir. DP'nin  Amerikancılığı ise herkesin malumudur. DP Türkiye'yi kayıtsız koşulsuz ABD'ye teslim etmekle kalmamış, ABD isteği ve desteğiyle islam dünyasının liderliğine soyunarak çevredeki islam ülkelerini komünist Rusya etkisinden çıkarıp emperyalist ABD etkisine sokmaya gönüllü olmuştur. Necip Fazıl'da bu karşı devrimin Büyük Doğu dergisiyle sesi verdiği konferanslar ve yazılarıyla da fikir babası bir nevi önderi olmuştur. Büyük Doğu dergisiyle Tan gazetesi baskınını organize etmiş hatta Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ABD donanmasını denize dökmesinden sonra islamcı guruhu ayaklandırarark Deniz Gezmiş ve arkadaşalarına karşı kitleleri kıskırtıp sopalarla satırlarla saldırılara neden olmuştur. Necip Fazı'ın Büyük Doğu'su laikliği kötüleyen, Atatürk'ü ve Türk Çağdaşlaşma Devrimini karalayan, Türkiye'deki müslümanları, Hristiyan-Siyonist ABD'nin buyruğuyla katolik papa'nın onayladığı bir Dünya İslam Birliği kurmaya çağıran Panislamist Osmanlıcı-İslamcı bir dergidir.

   İBDA-C
ve Hizbullah gibi PKK'nın fikir babası da islamcı Necip fazıl'dır. Nitekim PKK'nın  Terörist başı Abdullah Öcalan bu gerçeği '' Necip Fazıl'ın konferanslarına gittim. Komünizmle mücadele derneğinin düzenlediği Refik Korkut'un konferanslarına katıldım'' diye ifade etmiştir. PKK lideri bölücü başı Abdullah Öcalan önceleri son derece dindar biridir. Uğur Mumcu'nun anlattığına göre Öcalan 1960'larda Ankara Tapu Kadastro Lisesi'inde okurken Maltepe Camii'inde namazlara gitmiş, antikomünist yazarların konferanslarına katılmış son derece muhafazakar bir öğrencidir. Öcalan PKK'yı kurmadan 6 ay önce 24 Mayıs 1978' de Kesire Öcalan'la imam nikahıyla evlenmiştir. Öcalan'nın bu ''dindar'' görünümü nedeniyle PKK'yı kurduğunda Güneydoğu'daki bazı imamlar bile PKK' ya katılmıştır. Necip Fazıl'ın Konferanslarından ve yazılarından etkilenen PKK lideri yakalandıktan sonra ki ilk sözü '' kur'an hakkı için, benim anam da Türk'tür, bana bir görev verilirse ben Türkiye' ye çok hizmet edeceğim'' olmuştur. tutuklu bulunduğu İmralı'da kardeşiyle yaptığı görüşmede köyünde kendisine camii gibi bir yer yapılmasını istemiştir.

    Yazılarında sürekli  Allah'tan, dinden,  kitaptan  söz eden CHP'yi, Atatürk'ü yerin dibine batıran Necip Fazıl'ın Amerikancı politikaları benimseyen Menderes'i ve DP'sini hiç eleştirmemesi anlamlıdır! Necip Fazıl bırakın Hristiyan emperyalizmin baş canavarı ABD'yi eleştirmeyi '' Amerikan politikasını korumakla mükellefiz diye yazmıştır''  Gerçek şu ki Türkiye'de 1946 'dan sonra ABD etkisinde ki Siyasal İslamcı ve bölücü Kürtçü hareketin fikir babası Necip Fazıl Kısakürek'tir.


Fatih Bayrakoğlu

Twitter


















6 Ekim 2015 Salı

Resmi Tarihle Yüzleşip Atatürk'ten Kurtulmak

     Bir ABD ve AB Projesi

     Atatürk'ün en önemli özelliklerinden biri de emperyalizmin en güçlü silahlarında birinin '' kültür '' olduğunu çok erken kavramış olmasıdır. 1920'lerde emperyalist batıya Kurtuluş Savaşı'yla askeri ve siyasi olarak başkaldırıp zafer kazanan Atatürk, 1930 'larda Türk devrimi'yle bu sefer kültürel olarak başkaldırımıştır. Batının kültürel temellerinde ki ( akıl+bilim=çağdaşlaşma ) formülüyle hareket edip, yarı bağımlı ümmet imparatorluğundan çağdaş bir ulus devlet yaratan Atatürk; tarih, dil, arkeoloji, ve antropoloji temelli kültür çalışmalarıyla da Batı'nın Türklere yönelik  '' ikinci sınıf, sarı ırka mensup, barbar ve uygarlıksız '' biçimindeki iddiaları da çürütmeyi başarmıştır. Atatürk bu amaçla geliştirdiği Türk Tarih Tezi, Türk Dil Tezi ve Türk Antropoloji Tezi bir anlamda ikinci Kurtuluş Savaşı olarak adalandırabileceğimiz '' uygarlık savaşının'' en önemli cepheleridir.


Genç Cumhiriyet'in tarih anlayışı
 
     Genç Cumhiriyet'in tarih anlayışının özeti, Atatürk'ün 1930 yılında bir bilimsel komisyona yazdırdığı her biri 500'er sayfalık, renkli resimli, kaynaklı, dört ciltlik Tarih serisidir. Bu kitaplar 1931-1941 yılları arasında ortaokullarda ve liselerde okutulmuştur Evrim Kuramı'yla başlayan bu kitaplarda, dünyada uygarlığın gelişim süreci anlatılmış, bu süreçte Türklerin uygarlığa yaptıkları katkılar ortaya konmuş, Türk ve dünya tarihi '' sevgi-nefret '', '' savaş-barış '', ''müslümanlık-hristiyanlık '' karşıtlarına odaklı olarak değil, bilim, sanat, kültür, dil eksenli olarak anlatılmıştır. Bir taraftan Türklerin dünyanın en köklü uygarlıklarından birinin yarattığı belgelerle gözler önüne sergilenirken, diğer taraftan öteki halklar asla aşağılanıp, kötülenmemiş ırkçılık yapılmamıştır. Dahası Türk Tarihi, haneden tarihinin darlığından kurtarılmış en az 5000 yıllık kökleriyle buluşturularak, tarihsel bütünlük içinde genç kuşaklara aktarılmıştır. yine aynı şekilde tarih kitaplarında islam tarihi ''vahye'' dayalı olarak değil ''bilime'' dayalı olarak anlatılmıştır.

     

ABD çıkarları doğrultusuna yazılan tarih!

Türkiye'nin 1946 dan itibaren ABD çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye  başladığı karşı devrim sürecinde -daha önce anlattığımız- 1949 yılında ABD ile türkiye arasında imzalanan
'' Eğitim Anlaşması'' çerçevesinde Türk tarihi yeniden yazılmıştır. 1949-2015 yılları arasında okullarımızda okutulan tarih bazı istisnalar hariç genelde emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bir tarihtir. Dolayısıyla bu tarihler arasında okutulan tarih Türkiye'nin milli çıkarları doğrultusunda okutulan ''taraflı'' bir ''resmi tarih''ten değil, ABD çıkarlarına hizmet eden ''çarpıtılmış'' bir ''emperyalist tarih'' ten söz edebiliriz. Gerçek şu ki bugün  1949'dan itibaren Türkiye'yi  yönetmiş  kadrolar  Amerikalı uzmanların elinden, onayından geçen Amerikan emperyalizmine hizmet eden tarih kitaplarını okuyarak yetişmişlerdir. Günümüz Türkiye'sinden bunu anlamakta çok güç değildir!
Eğer bugün 'tarihle yüzleşmekten' bahsedilecekse, öncelikle bu Amerikan kaynaklı '' emperyalist tarihle '' yüzleşmek gerekir. Bugün Atatürk'ün Türk  Tarih Tezini, Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşını  ''resmi tarih'' diye adlandırıp onunla yüzleşmeye kalkanların tamamı 1949'dan beri Amerikan emperyalizmin etkisinde şekillenmiş '' Türk Milli Eğitim''in tornasında yoğrulmuş, yetmemiş Amerikan Üniversitelerinde yüksek lisans veya doktora yapmıştır. Anlaşılacağı gibi bu devşirilmiş aydınların ''emperyalist tarihle'' yüzleşmeleri olanaksızdır. Çünkü Amerikan projesi BOP'a uygun nesiller yetiştirirken, Atatürk'ün Türk Tarih Tezi'nin o son kırıntıları ile Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı'nı ortadan kaldırılması zorunludur. CIA görevlisi CFR üyesi Huntington'nun önerisi doğrultusunda ''Atatürk'ün mirasını reddetmeye'' karar verenlerin Atatürk'ün tezlerine ve Türkiye Cumhuriyeti'ne saldırmaları doğaldır. Ayrıca 1990'larda Türk tarihine, Türk Trih yazımına müdahale eden sadece ABD değildir, Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinde AB; demokrasi, insan hakları, azınlık hakları gibi gerekçelerle Türkiye'den tarih anlayışını gözden geçirmesini, tarihiyle yüzleşmesini ve tarih kitaplarını yeniden yazmasını istemiştir. Bu kitaplarda  Öneriler doğrultusunda Atatürk'ün  tarihsel rolü küçümsenmiş hatta yok edilmeye çalışılmıştır. Bu doğrultuda öncelikle ''Cumhuriyet Tarihiyle yüzleşmeli'' ve  bu yüzleşme sonunda Atatürk'ü yok sayan kıtaplar hazırlanmaya başlanmalıydı. Daha sonraları da  bu çerçeve içerisinde AKP İktidarından itibaren ders kitaplarını AB isteklerine göre yeniden  yazılmasını istemiş ve  başlanmıştır.

''AKP ve Kadroları, AB'nin ulusal eğitimi baltalayacak programlarını kabul etmişti ve Türk tarihinin çarpıtılmış yalan bilgileriyle sulandırılmaya başlanmasında öncü rol oynamıştı'' Örnek verecek olursak, AKP döneminde İlköğretimde okutulan 7.sınıf  Vatandaşlık Bilgisi kitabının kapağında Amerikan sömürüsü heykelinin fotoğrafına yer verilmiş, diğer ilk öğretim kitaplarında da Başbakan R.T. Erdoğan'ın fotoğrafları ile yazıları konulmuştur. Dönemin İktidarının isteği doğrultusunda TÜSİAD tarafında hazırlanan  kitaplarda Türklüğe, Türk Devrimi'ne ve Atatürk'e savaş açanlar, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı yerine 9 Mayıs Gençlik ve Avrupa Günü'nü ön plana Çıkarmıştır. Hatta 8.sınıf TC İnkilap Tarihi ve Atatürkçülük kitabından 10. yıl Nutku çıkarılmış, Atatürk'ün evliliği ve eşi anatılırken eşi Latife Hanım'ın başı açık fotoğrafı çıkarlıp yerine çarşaflı fotoğrafı konulmuş yetmemiş İnkilap tarihi dersini tamamen kaldırmaya kalkmışlardır.


Resmi tarihle yüzleşme yalanları

    Resmi tarihle yüzleşme kılıfıyla yazılan bu okul kitaplarında II.abdülhamit dönemi bir modernleşme dönemidir, Kurtuluş Savaşının bir çok önemli aşamasından hiç söz edilmeden geçilmiş, bu süreçteki çok önemeli savaşlar ise ''savaş'' veya  ''zafer'' olarak değil, ''çarpışma'' olarak geçiştirilmiştir. Örneğin I./II İnönü Savaşları/Zeferleri  sadece çarpışma olarak değerlendirilmiştir. Dahası 100 km lik bir cephede 22 gece ve gündüz süren Sakarya Meydan Muharebesi de sıradan, önemsiz bir savaş olarak gösterilmiş, Yunanlıların yenilmeyip sadece ''geri çekildklerini'' ifade etmiştir. Daha da vahimi, 30 Ağustos 1922'de kazanılan ve Yunan ordusunun 9 Eylül 1922 de denize dökülmesiyle sonuçlanan Büyük Taaruz' dan hiç söz edilmeden sadece büyük zafer diye geçiştirilmiştir. Ayrıca bu kitaplarda  daha sonra üstünde duracağımız Seyh Sait Ayaklanması'nda İngilizlerin hiç rölü yoktur, Atatürk'ün Şapka Kanunu ''tutuculara yönelik bir simgesel saldırı''dır, Atatürk'ün 'Nutuk' ta ''vatan haini, soysuzlaşmış yaratık'' diye tanımladığı son padişah Vahdettin bir anda ''vatan hainliğinden kahramanlığa'' terfi ettirilmiştir. Nitekim resmi tarihle yüzleşenlerin yazdıkları ''Emperyalist Tarih''te gerici ayrılıkçı Şeyh Said ve Seyid Rıza, devrim karşıtı vatan haini İskilipli Atıf ve Said-i Nursi gibiler Kahraman; emperyalizme meydan okuyan Atatürk, İsmet İnönü, Ali Çetinkaya gibiler ise Haindir !

    Sonuç olarak şunu söylemeliyim ki Türkiye'de Atatürk yok edilmeye çalışılırken, dünyada baş tacı edilmektedir. Atatürk Caddeleri, heykelleri dünyanın bir çok ülkesinde mevcuttur. sahip olduğumuz değere sahip çıkmak bizim görevimizdir ve bu bağlamada bizim herkesten çok ''gerçek tarihe'' ulaşmak için çaba harcamaya, geçmişi sorgulamaya belge ve bilgileri eleştiri süzgecinden geçirmeye ve neden sonuş ilişkisi içinde bilimsel ve objektif bir tarih yazmaya ihtiyacımız vardır umarım bir gün bunu başarır, emperyalizmin güdümünden kurtulup benliğimize dönebiliriz...

Fatih Bayrakoğlu

Twitter Adresim: @fbayrakoglu

2 Ekim 2015 Cuma

Kültürler Tarihi-LAZ'lar

LAZLARIN KISA ÖZET TARİHİ
      
       Düzenleyen ve Yazan: Ergün Konakçı
LAZLARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKMALARI:KOLHİDA (KOLHİS (KOLXİS) YA DA KOLHA, KOLHETİ, KOLHİDA LAZCA: ǨOLXA, GÜRCÜCE: კოლხეთი) DEVLETİ.(M.Ö.12-MİLADİ .1 YÜZYIL ARASI)
Lazların en eski tarihleri, Kolheti yönetim ve kültür alanıyla yakından ilişkilidir.6.yüzyıl Bizans tarihçisi Prokopius, eskiden kullanılan Kolh adının, Laz adıyla yer değiştirdiğini belirtirken, Agathias, Lazlar hakkında şu bilgileri vermektedir.’’Lazlar, kuvvetli ve cesur olup diğer kabilelere de hükmetmektedirler. Kolh aslından gelmiş olduklarından gurur duyuyorlar…böyle zeki,çalışkan,uzun deniz yolculuğuna çıkan ve ticarette muvaffak olan başka bir halk tanımıyorum’’.
MS.6. yüzyılda Doğu Karadeniz’i bizzat gezip, elde ettiği bilgileri ve gözlemlerini kaydeden Bizanslı tarihçi Agathias, bu durumu kesin bir dille ifade etmektedir;“…Lazika’da yerleşik olanlar, eskiden Kolhiler olarak bilinirlerdi ve bu Lazlar ile Kolhiler de aynı halktır...” (Agathias, II. 18.4).
Aynı dönemin bir başka Bizanslı yazarı, Lydus da; yakın zamana kadar “Kolhida” olarak bilinen ülkenin, kendi döneminde “Lazika” olarak adlandırıldığını yazar ve Lazlardan bahsederken, kendisi de “Kolhi” terimini kullanır.
      Antik bir devlet olan Kolhida Devleti’nin M.Ö 12-11 yüzyıllar arasında kurulduğu belirtiliyor. .Doğu Karadeniz’de Kolha isimli bir ülkenin varlığından söz eden en eski yazılı belge, M.Ö. 764 yılında Urartu kralı olan, II. Sarduri’nin dönemine ait bir kitabedir. Urartu krallığına ait bu kitabede, kral II.Sarduri'nin seferleri anlatılırken, kuzeydeki “Kulha” isimli bir ülkeden ve “Kulha” halkından da bahsedilir. Urartu dili ve tarihi uzmanları, bahsi geçen bu ülkenin, antik batı kaynaklarında da ismi benzer şekilde geçen, Doğu Karadeniz’deki “Kolha ülkesi” olduğu konusunda hemfikirdirler.
Söz konusu kitabede, II.Sarduri tarafından istilâ edilen, Kulhalıların İldamuşa isimli krallık şehrinden de söz edilmektedir ;“İldamuşa“İldamuşa kenti, Kulhai halkının kralı olan …’nın krallık şehri.. ”
Aynı yüzyılda yaşamış olduğu varsayılan Yunan ozanı umelos’un, günümüze ulaşan dizelerinde de “Kolhis” ülkesinden bahsediliyor olması, eski Yunanların da Kolha ülkesinin varlığından haberdar olduklarına işaret etmektedir.
      Pers imparatoru II. Kuruş'un M.Ö. 546 yılında gerçekleştirdiği Lidya seferinden bahseden ve o dönemlerde yaşayan kralların sahip oldukları zenginliklere değinen Plinius, bu zengin krallar arasında Kolha ülkesinin Saulak isimli kralına da yer vermiştir ;“Aietes’in soyundan gelen Kolkhis kralı Saulakes, Suani bölgesinde ve diğer bölgelerde sahip olduğu el değmemiş geniş arazilerde, büyük miktarlarda altın ve gümüş madeni elde etmişti.Onun krallığı ayrıca “Altın post” nedeniyle de meşhurdu.” (Naturalis Historia XXXIII. xv)
     

Arkeolojik bulgular da, Kolha ülkesinde merkezi bir devlet örgütlenmesinin, bu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olabileceğini göstermektedir. Muhtemelen, bu yıllarda güçlü bir krallık çatısı altında birleşen Kolha derebeylikleri, doğu komşuları olan güçlü İran Hahameniş imparatorluğunun sınırları dışında, bağımsız bir devlet olarak varlıklarını devam ettirmişler, ama aynı zamanda İranlılarla yakın ittifak ilişkileri içinde olmuşlardır.
MÖ. 500 ’lü yılların sonuna doğru yazıldığı tahmin edilen, Hekataeus’un Periegeseis isimli coğrafya eserinde de, Kolha ülkesinden ve Kolhalılardan (Lazlardan) bahsedildiği bilinmektedir
MÖ. 440’lı yıllarda yazıldığı tahmin edilen, ünlü ve bir o kadar da tartışmalı eserinde Herodot, verdiği önemli bilgilerin yanında, çelişkili yorumları ve hatalı bilgileri ile tarihçilerin işini oldukça zorlaştırmıştır. Bizzat görmediği halde, Kolha ülkesi ve Kolhalıların kökeni ile ilgili yorumlar da yapan Herodot, kitabının bazı bölümlerinde, muhtemelen isim benzerliği nedeniyle, onları Afrikalı bazı kabilelerle karıştırmıştır.
Elde edilen arkeolojik bulgular, MÖ. 5. yüzyılın son çeyreğinde, Kolha kültürünün yüksek bir üretim seviyesine ulaştığını ve merkezi feodalizmin diğer uygarlıklarla karşılaştırılabilecek düzeyde gelişmiş olduğunu göstermektedir. Nispeten izole bir yaşam sürmeye devam eden dağlı kabilelerden farklı olarak, merkezi Kolha’nın ova kültürü; Yunan ve Pers kültürleriyle güçlü bir etkileşim içinde gelişmiştir.
Aynı döneme ait Kolha yapımı çanak çömlek ürünlerinin miktarı ve yaygınlığı da, bölgedeki ekonomik yapının üst düzeyde gelişimini göstermektedir. Kolha yapımı çanak çömleklere, önemli bir ihraç ürünü olarak, ülke dışındaki topraklarda da rastlamak mümkündür.

       Karadeniz’in kuzey kıyılarında Don nehri havzasında yapılan arkeolojik kazılarda, bu dönemlere ait Kolha yapımı çanak çömlek örneklerine rastlanmıştır.
Ekonomik ve kültürel gelişimin doğal sonucu olarak gelişen ülkeler arası ticaret, kültürler arası etkileşime de zemin hazırlamıştır. Doğuda İran kültürü ile Karadeniz sahillerinde Yunan ticaret kolonileri ile kurulan ilişkiler, Kolha kültürünün gelişim sürecinde önemli etkiler yaratmıştır.
Bugünkü Kobuleti kasabası civarında, aynı yüzyıla ait bir Kolha mezarlığında yapılan arkeolojik incelemede, o dönemde bölgenin kültür dokusunda meydana gelen değişikliklere ilişkin ipuçları elde edilmeye çalışılmıştır. Buna göre 167 mezarın 42 tanesinde, cenaze güneşin doğduğu istikamete doğru gömülmüştür.
19 mezarda toplam 49 tane sikke bulunmuş olup, Sinope kaynaklı bir sikke dışında, diğerlerinin tamamı Kolha sikkesidir.
       M.Ö. 5. yüzyılın son çeyreğinde, Babil bölgesindeki bir savaştan ülkelerine dönmekte olan bir Yunan ordusuyla birlikte bugünkü Trabzon bölgesinde yaklaşık bir ay konaklayan Ksenofon da bunu doğrulamakta ve o sıralar Phasis bölgesinde “Aietes” soyundan gelen bir kralın hüküm sürdüğünü bildirmektedir. Güçlü ve bağımsız bir merkezi yönetime sahip olduğu anlaşılan Kolha’nın aynı zamanda da zengin bir ülke olduğu, yine Ksenofon’un notlarından anlaşılmaktadır.
Ksenofon, Anabasis isimli eserinde, Doğu seferinden dönen bir Yunan ordusunun, Doğu Anadolu’yu Güney’den Kuzey’e geçerek M.Ö. 400 yılında 30 Karadeniz’e ulaşmasını ve Trapesoz'daki Yunan ticaret kolonisinin yardımıyla Yunanistan’a geri dönmesini anlatır.
Tarihe “Onbinlerin dönüşü” olarak geçen bu seferin tüm ayrıntılı kayıtları, bu sefere katılan Ksenofon tarafından tutulmuştur. Ksenofon’un kendi gözlemlerine dayanan bu kayıtlar, yerli halkı Kolha kültürüne mensup olan, ancak Kolha krallığının yönetim sınırları dışında kalan, bugünkü Trabzon bölgesine dair en eski ve en ayrıntılı tarihsel verileri içerir. Yazarın bölgeye ilişkin gözlemlerinin son derece gerçekçi ve tutarlı olması nedeniyle, bu çalışma, bölgeyle ilgili en eski güvenilir antik yazılı kaynak niteliğini taşımaktadır.
Ksenofon’a göre; Yunanlılar Makronlar’a amaçlarının istilâ değil denize ulaşmak olduğunu söylemişler ve onların geleneklerine göre mızraklarını karşılıklı değiştirerek tanrıların tanıklığında barış yapmışlardı.
      Makronlar da kendilerine yol açarak sahile ulaşmalarına yardım etmişlerdi. Ancak daha aşağıda sahile yakın kesimlerde yaşayan yerli halk, Yunanlılara Makronlar kadar dostça davranmamıştı.
Ksenofon’un “Kolhiler” olarak tanıttığı bu insanlar, Yunanlıları tuzağa düşürmüşler ve terk ettikleri köylerinde bol miktarda zehirli bal (deli bal) bırakarak, Yunanlıların kitle halinde komaya girmelerine neden olmuşlardı.
Yunanlılar, ölümcül bir etkisi olmayan bu balın etkisinden ancak üç dört gün sonra kurtulup yollarına devam edebilmişlerdi. Daha sonra iki günlük bir yürüyüşle Trapezos’a ulaşan Yunan ordusunun erzak sıkıntısına düşmesi ve bu nedenle yerli halka saldırarak köylerini yağmalaması da, Anabasis’te ayrıntılı şekilde anlatılmıştır;
“... Karadeniz kıyısındaki Trapezos, Sinope’nin Kolhilerin ülkesindeki kolonisidir. Orada otuz gün kadar Kolhilerin köylerinde kaldılar. Bu köyleri üs olarak kullanıp Kolhilerin ülkesini talan ettiler.
M.Ö. 335 yılına doğru, PseudoSkylax tarafından hazırlanan bir coğrafya kitabında da, Kolha ülkesi ile ilgili bilgiler yer almaktadır.
Skylax, sahil boyunca sıraladığı tüm bu yerlerin dışında, Kolha ülkesinin iç kısımlarında, Phasis nehrinden yaklaşık 3035 km içeride olduğunu belirttiği, ancak ismini açıklamadığı, yerlilere ait büyük bir kentin varlığını da bildirmektedir.
Skylax’ın bahsettiği bu kent, muhtemelen Phasis nehri havzasında, bugünkü Vani mevkiinde kalıntılarına ulaşılan antik Kolha kentidir. Bu bölgede yıllardır yürütülen kazılar sonucu, Kolha uygarlığına ait bir çok buluntu elde edilmiştir. Bu yerleşime ait kalıntılar, yine Sairhe civarında bulunan diğer bir antik Kolha yerleşim kalıntılarıyla birlikte, şu ana dek ulaşılabilen en büyük iki yerleşimden birinin ve muhtemelen de Kolha başkentinin izlerini günümüze taşımaktadır.
Kolhalıların günümüze ulaşabilen bir yazı dilleri olmaması nedeniyle, Kolha ülkesinin bu en büyük kentinin ismine dair kesin bir kayda ulaşmak, mümkün olmamıştır.
      Büyük İskender’in, Pers İmparatorluğunu ele geçirerek, Ortadoğu'da İran egemenliğine son verdiği yıllarda (M.Ö.4.y.y), Doğu Karadeniz’de varlığını devam ettirmekte olan Kolha krallığı, bu gelişmelerden etkilenmemiş ve bağımsızlığını korumuştur.
Bu yıllara tarihlendirilen çok sayıda Kolha sikkesi, ülkede merkezi bir siyasi otoritenin varlığını göstermektedir. Bu yıllarda Kolha ülkesi ile ilgili ilginç bir kayıt da, Büyük İskender’in Doğu seferine katılarak, Anadolu ve Ortadoğu’yu dolaşan Aristoteles’e aittir.
Hayvancılığı konu aldığı bir yazısında Aristoteles, Phasis bölgesindeki küçük cins sığırların, Yunanistan’daki büyük sığırlara göre çok daha fazla süt verimine sahip olduğunu Bu yıllarda Kolhalıların, sadece hayvancılıkta değil, diğer alanlardaki gelişmişlik düzeyleri de ilgi çekici ayrıntılarla günümüze ulaşmıştır.
Ksenofon, “Avcılık” isimli bir çalışmasında, keten dokumalarıyla tanınan Kolhalıların, ürettikleri kendir iplerinin de, ağ yapımında en makbul malzemelerden biri olduğunu vurgulamaktadır.
Çok eskiye dayanan bir metalürji birikimine de sahip olan Kolhalılar, para basımı konusunda da oldukça yetenekliydiler. Elde edilen arkeolojik bulgular, onların bu potansiyellerini, kendi Kolha sikkelerinin dışında da kullanmış olduklarını göstermektedir.
Çağının en önemli coğrafya kitabını yazan Amasyalı Strabon, daha sonra yaptığı bazı düzeltme ve eklemelerin dışında, büyük kısmını, en geç M.Ö.5 yılına doğru tamamladığı düşünülen bu eserinde, Doğu Karadeniz sahilleri ile ilgili önemli bilgiler vermiştir.
      Strabon, Doğu Karadeniz’den bahsettiği bölümün ilk kısmında, Kolha’nın kuzeyindeki sahillerde yerleşik olan denizci kabilelerin yaşam biçimleri ile ilgili ayrıntılı bilgiler verir; Doğu Karadeniz’de, sarp kayalık sahillerde oturan ve denizcilikle geçinen topluluklar ile dağlık kesimlerde yaşayan toplulukların dışında, üretim ilişkileri ve yaşam biçimleri açısından üçüncü temel grubu teşkil eden, merkezi bölgelerdeki ova toplumu da, Strabon tarafından ayrıca değerlendirmiştir. Uzun süredir Yunan kültürü ile yakın ilişkiler içinde olan merkezi Kolha halkı, diğer batılı antik yazarlar gibi Strabon’un gözünde de, nispeten daha “uygar” bir toplum görünümündedir.
      Kolheti yönetim alanı günümüz Gürcistan devletinin Karadeniz kıyıları ve kıyılara yakın yerler ve güneyde Karadeniz’i izleyerek Trabzon’a kadar uzanmaktaydı. Bu antik devletin kuruluşunda Lazların etkili olduğu daha sonra diğer Kafkas halklarının da bu uygarlığa katkılarının bulunduğu anlaşılıyor. Gürcülerin Kolhidayı tamamen kendi uygarlıkları saymalarının kökeninde, resmi tarih yaratma çabaları olarak görebiliriz. Kolheti, Homerik çağ Greklerin ilgi alanıydı. Argonotlar, Karadeniz’i aşarak altın postu ele geçirmek için kral Aeetes (Ayet)’in ülkesi Kolhetiye ayak basmışlardı. Altın post efsanesi, Grek tacirlerin bölgeyle olan ticari ilişkileri konusunda önemli ipuçlarını gözler önüne sermektedir.
M.Ö 7.yy’ dan itibaren, Grek koloniciler Trapezus (Trabzon), Baths (Batum), Phasis (Poti), Diascurias (Sohumi) gibi ticaret merkezlerini Karadeniz kıyılarında kurmaya başladılar. Homeros Odysseia adlı eserinde kral Ayetin ülkesi Kolhetiyi de anmaktadır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılar gün ışığına çıkarılan en eski antik kent ve diğer yerleşim birimleri ve diğer bulgular, yazılı kaynaklar Kolhetinin maddi zenginliklerini ve kültürünü gözler önüne sermektedir. yapılan bilimsel çalışmalar kolhetinin de içinde bulunduğu bölgenin eski taş devrinden beri insanların yaşama alanı olduğunu göstermektedir.
Karadeniz, Grekler ve Kolhlar arasında önemli ve sürekli rekabet alanıydı. Kolhlar, Çoruh’u aşarak Trabzon’un doğusuna kadar olan bölgeye yerleşmeye başlamışlardı. Kolheti M.Ö. 1. yüzyıldan itibaren saldırganlara karşı savaşmak zorunda kaldı. Bu saldırganlardan ilki Roma İmparatorluğu idi. M.Ö. 1. yüzyıldan sonra Kolheti ve Kartli (Gürcü) arasında birbirleri üzerinde egemenlik kurmayı amaçlayan sürekli savaşlar yaşandı. Bu savaşlar sonucunda Roma imparatorluğu bölgeye askeri müdahalede bulundu. Romalı saldırganlar Kafkasya’ya girdiğinde güneyde üç krallık bulunmaktaydı. Kolheti, Kartli (Gürcü) ve Albanya Krallığı. Pompeius M.Ö. 1. yüzyılda Albanyayı (67), Kartli (65) ve Kolhetiyi (64) ele geçirdi.

LAZLARIN İKİNCİ DEVLETİ LAZİKA (EGRİSSİ ,LAZCA: LAZİǨA (LAZİK’A), GÜRCÜCE: ლაზიკა, İTALYANCA: EGRİSİ, YUNANCA: LAZİKĒ, FARSÇA: LAZİSTAN)DEVLETİ. (MİLADİ.1-7. YÜZYILLAR)
       M.S 1. yüzıldan itibaren Kolh yerine Laz olarak adlandırılan Lazlar(=Megreller),önce Pontos Krallığı’na ve daha sonra da Roma İmparatorluğu’na karşı bağımsızlık savaşı başlattılar. 69-79 yıllarında, Lazların başında bulunan Anicetus, halkını Romalılara karşı ayaklandırdı. Romalılar, stratejik bir bölge olan Lazikayı bırakmak istemiyorlardı. Ancak Lazların özgürlük mücadelesi karşısında Lazikayı terk etmek zorunda kaldılar. Lazika Krallığı giderek güçlendi, ve bugün Batı Gürcistan olarak bilinen bölgede hakim oldu.
       Lazikanın güçlenmesi, Laz akınlarının Çoruh’u aşarak güneydoğu Karadeniz bölgesine yönelmesi ve Lazların bu bölgeye kitlesel göçleri, Pontos kralı 2. Polemon’u tedirgin etti.2. Polemon krallığını Lazlardan koruyabilmek için hükümetini Romalılara teslim etti. Krallığı Romanın bir eyaleti haline getirdi. 2. yüzyıldan itibaren Romalıların Lazika adını verdiği Egrisi Krallığı güçlendi ve 4. Yüzyılda yönetim alanını Trabzon’a kadar etki alanına aldı. Lazika Krallığının güçlenip genişlemesi, görünürde Roma İmparatorluğu açısından bir tehdit oluşturmuyordu. Doğudaki Roma varlığının Persler, Gotlar, ve daha sonraları da Hunlar tarafından bertaraf edilmek istenmesi, Lazika Krallığını bu bölgede Roma İmparatorluğu için doğal bir müttefik haline getirdi.
       Lazika Krallığının güçlenmesinde Roma İmparatorluğunun gerilemesi de etkili oldu. 395 yılında kavimler göçünün de etkisiyle Roma İmparatorluğu bölündü ve Doğu Roma İmparatorluğuna Bizans adı verildi. Lazika Krallığının güçlenmesi ve genişlemesi de bu döneme rastlar. Bizans İmparatorluğu, lazika Krallığının bağımsızlığa yönelmesini ve bölgesel yayılmasını kabullenmek zorunda kaldı. Bu fiili durum milattan sonraki ilk yüzyıllardan itibaren doğuda başlamış olan Roma İmparatorluğunun güç kaybetmesinin Laz stratejistler tarafından çok iyi değerlendirilmiş olmasının da bir göstergesidir.
       Lazika Krallığı’nın Etkileri
 
       Lazika Krallığı
, günümüzde Batı Gürcistan olarak bilinen Kolheti’yi iktisadi, siyasi v e askeri açılardan birleştirdi. Lazika, bir Bizans vasalı olmasına rağmen, kendisine de bağlı vasalları vardı. Abazgiya, Svanetya ve bağlı diğer bölgelerinde yönetimde bulunanlar, lazika kralları tarafından atanıyordu. Lazika’ya vergi ödemek ve kuzey sınırlarının korunması için asker vermek zorundaydılar. Lazika Krallığı’nın 4. Ve 5. Yüzyıllardaki iktisadi gelişimi konusunda bilgi kısıtlıdır.
Arkeolojik bulgular ve bazı yazılı kaynaklar bu dönem hakkında bilgi edinmemize yardımcı olabilmektedir. O dönemlere ait yüksek tarım uygulaması, ürünü ve bağcılık büyük bir öneme sahipti. Hayvancılık ve ormancılık da gelişkin bir düzeydeydi. Sohumi ve Pitsunda bölgelerinde ele geçirilen arkeolojik bulgular, Pontik Sinope’den Ege’den, amfora, çanak, çömlek ve diğer Doğu ve Batı merkezlerinden ( Köln, İskenderiye ) cam eşyaların sağlanmış olduğunu göstermektedir. 2. Ve 3. Yüzyıl özellikle de 4. yüzyıl karşılaştırıldığında seramik ithalinde bir düşüş görülmektedir. Bunun nedenlerinden biri olarak, Got istilasından sonra üretim merkezlerindeki düşüş gösterilebilir. İthaldeki gerilemenin bir nedeni olarak da, Lazika’ da yerel seramikçiliğin gelişimi düşünebilir.
Lazika’ da Kentsel Gelişim Güçlenen Lazika Krallığı, kentsel gelişimi de hızlandırdı. 4. ve 5. yüzyıllarda, Lazika’nın teşvik ettiği kıyı kentlerindeki üretim ve ticaret önemli ölçüde gelişti. Got ve Hun istilalarının Bosfurus kentlerinde yol açtığı gerilemeler, Lazika kentlerinde etkili olmadı. Bunun en önemli nedeni Lazika’nın kendi öz kaynaklarına dayanarak ithal ürünlerini ikame edebilmesidir. 4. Ve 5. Yüzyıllarda Lazika’ da feodal ilişkilerin yoğun gelişiminden bahsetmek mümkündür. Krallığın siyasi yapısı, Kilise’nin iktisadi gelişimi ve Hıristiyanlığın yayılması ve kalıcı olması, bu gelişmelerin göstergelerindendir. Lazika’daki kentsel ve kırsal gelişim Helenik modeli izlenmiştir. Kolheti antik kültüründeki yerel gelenekler, Batı, Roma ve Bizans kültür unsurlarıyla bir sentez oluşturmuştur.
      Seramikte Roma ve Bizans çeşit ve şekillerinden etkilenmek söz konusuysa da, toprak ürünlerinde yerel motifler belirgindir. Roma ve Bizans etkileri, kentsel yapılarda ve Kilise mimarisinde kolaylıkla görülebilir. Lazika Krallığı sınırları içindeki Phasis ( = Poti) kentinde önemli bir kültür merkezi bulunmaktaydı. Buradan yetişen ürün filozoflara örnek olarak 4. yüzyıl Grek filozofu Themistius gösterilebilir. Çin ve Hindistan’a Bağlanan Ticaret Yolları ve Lazika Lazika Krallığı’nın yönetim ve etki alanı içindeki bölge, çok önemli bir geçiş noktasıydı. Çin ve Hindistan’a bağlanan ticaret yollarının Lazika topraklarından geçmesi, bu bölgeyi gerek Bizans ve gerekse Persler için bir çekim alanı haline getiriyordu.
       Bizans İmparatorluğu’nun bölgedeki etkinliği, Pers İmparatorluğu’nu rahatsız ediyordu. Eğer Persler Lazikayı ele geçirebilirlerse hem çok önemli bir stratejik bölgede etkin olabilecekler ve hem de uzun dönemde Bizanslıları bölgeden atabileceklerdi. Perslerin, Lazikayı ele geçirmek istemelerinin bir diğer önemli nedeni de müttefik olarak gördükleri, Kafkas önlerindeki ve Doğu Avrupa’daki kavimleri, Lazikayı bir üs olarak kullanarak Bizanslılara karşı savaşmaları için yönlendirmek istemeleriydi. Bu dönemde, Lazika yönetim alanında bir çok kala ve sur inşa edilmiştir.
Doğu sınırlarını Perslere karşı korumak isteyen Bizanslılar, Lazika Krallığı’nın siyası ve iktisadi gücünü kısıtlama yoluna gittiler. Persler, II. Yezdigerd döneminde, büyük bir ordu ile saldırıp önce Ermenistan’ı sonra da İberya smile ifade simgesi Kartli = Gürcistan)’yı ele geçirdiler. Perslerin asıl amacı, bu bölgeleri kullanarak Lazikayı ele geçirerek müttefik haline getirmekti. Aynı şekilde, Bizans için de, Lazika yönetim alanı, Perslerin yayılmacı politikalarına karşı önemli bir bölgeydi. Bizans İmparatorluğu’nun, Lazika’nın gelirlerinden yüksek vergi alması, Bizans’a karşı olan hoşnutsuzluğun artmasına neden oldu. Bizanslıların uyguladığı baskıcı yöntemler, Lazika halkları arasında Bizans karşıtı eğilimlerin her geçen gün artmasına neden oldu. Bu eğilimlerin, Lazika’da güçlenmesi Persler için bulunmaz bir fırsattı. Ancak, Lazika kralı Gubaz, gerek Bizans ve gerekse persler arasında çelişkilerden yararlanarak, dengeli bir dış politika uygulamaya çalışarak, yönetimi altındaki halkların zarar görmelerini önlemek düşüncesindeydi.
        Kral Gubaz’ın Bizans karşıtı ve Perslerle müttefikliğe yönelik politikası, Bizanslıları oldukça rahatsız etti ve Lazika ’ya bütün güçleriyle saldırdılar. Yıllarca süren savaşlardan sonra, 465 yılında Bizans ve Lazika aralarında anlaşarak çatışmalara son verdiler. Bizanslılara, karşı başkaldırının önderi Gubaz’ın yerine, Tsate Lazika kralı oldu. Karadeniz ( Acara) Kıyılarına Gürcü Göçü Lazika Krallığı’nın Rioni havzasının güney kesimi, 5. Ve 6. Yüzyıllardaki Bizans-Pers savaşları nedeniyle Megrel-Laz nüfusunun tamamına yakınını yitirmişti. Bu yüzden, Arap istilacılardan etkilenen Gürcüler Kartli ’den kitlesel olarak göç ederek bu bölgeye yerleştiler. Böylece, günümüzde Müslümanları Laz, Hıristiyanları Megrel olarak adlandırılan Megrel-Lazlar arasında Gürcülerden oluşan ve günümüzde Gurya / Acara olarak bilinen tampon bölge oluştu ve Doğu Lazları (Megreller) ile Batı Lazları arasında bağlantı koptu, Daha ilerki tarihlerde Batı Lazlarının Müslüman olması (16.y.y), Megrellerin Hıristiyan olarak hayatlarına devam etmeleri iki toplum arasındaki dil, kültür ve tarihi ayrılığı derinleştirdi.

LAZİKA KRALLIĞI’NIN YIKILIŞI VE DOĞU KARADENİZ KIYILARINDA KURULAN LAZ THEMASI(13.Y.Y-16.Y.Y BAŞLARI)
      Lazika Krallığının 7. yüzyılın sonlarında tarih sahnesinde yer almadığı, Doğu Karadeniz kıyılarında 8. yüzyıldan sonra kısa bir zaman, Abhazların daha sonra da 11. yüzyıldan itibaren Gürcülerin güçlendiğini görüyoruz. 1204′ te günümüz Pazar (Atina) ilçesinden Batum’a kadar uzanan Doğu Karadeniz sahilinde Lazia Theması (bir çeşit özerk bölge ) kurulmuştur. Laz Theması Şehzade Selim döneminde 1508 yılında Gürcü atabeyi Mirza Çabuk’un teşvik ve desteği ile çıktığı Kutayis (Gürcü) seferi ile Osmanlıya ilhak edilmiştir, Şehzade Selimin komuta ettiği Osmanlı kuvvetleriyle savaşan Laz kuvvetlerinin başında da Laz derebeyi Ǩaxaber (Kakhaber, Klaber, Kulaber) bulunmaktaydı. 
Laz Theması sınırları içerisinde yer alan toprakların tamamı Yavuz Sultan Selim’in şehzadeliği döneminde (16.y.y başları) Osmanlı Devleti’yle Lazlar arasında yapılan savaşlar sonunda Osmanlı’ya katılmış ve bölgenin ismi Osmanlı Devleti’nde Lazistan sancağı olarak adlandırılmıştır.
KOLCHİS(KOLXİDA) M.Ö 650-150
LAZİKA (M.S 350)