10 Temmuz 2018 Salı

Atatürk Dönemi Yapılan İnkılaplar İsyanlar Kanunlar ve Gelişmeler -2


  
Şapka, Kılık-Kıyafet İnkılâbı

Mustafa Kemal, 1925 Nisanı'nda Büyük Millet Meclisi tatile girince, düşündüğü inkılâbı gerçekleştirmek için, yurt gezisine çıktı. 24 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya hareket etti. 25 Nisan 1925'te, önce hastaneye, sonra kütüphaneye gitti. İlk defa gittiği kışlada ise Mareşal üniformasını giydi. Kütüphanede yalnız din adamlarının sarık giymesini belirterek "yetkisi olmayanlara sarık sardırılmamalı, yetkisi olanlar da ancak görevlerini yaparlarken sarmalıdırlar" dedi. Esnaflarla yaptığı konuşmada ve valilikte memurlarla yaptığı konuşmalarda kılık konusuna değindi. 25 Ağustos 1925 günü geç vakit İnebolu'ya geldi. 27 Ağustos günü, İnebolu'da halka hitaben yaptığı konuşmada "Bizim kıyafetimiz millî midir?" diye sorunca "Hayır" sesleri duyuldu. 29 Ağustos 1925'te yaptığı konuşmada tutumunu belli etmiştir.
Mustafa Kemal gittiği her yerde, Çankırı, Ankara, Balıkesir, Akhisar, Kemalpaşa, Konya'da yaptığı konuşmalarda kıyafet konusuna değindi. Vekiller Heyeti, 2 Eylül 1925 memurlara şapka giydirilmesi hakkında kanun niteliğinde kararlar vermişse de, Mecliste Vekiller Heyetinin buna hakkı olmadığı, bunun Anayasa'ya aykırı olduğu yolunda itirazlar olmuştu. Sonuçta Şapka Giyilmesi Hakkında 657 Sayılı Kanun, 25.11.1925'te kabul edildi.22
2 Eylül 1925'te, dinî makamlarda bulunmayan kişilerin dinî kıyafet ve işaret tanıması yasaklandı. 1934 Aralığı'nda bir kanunla, hangi dinden olursa olsun, ruhanîlerin ibadet yerleri ve dinî törenlerin dışında dinî kıyafet giymeleri yasaklandı.

Osmanlı Saltanatı'nda iş başında olan hâkimlerin çoğu okullardan yetişmeyen kişilerden oluşmaktaydı. Bu yüzden Yeni Türk Devleti, bir taraftan yeni kanunlarla çağdaşlaşma çabasını sürdürürken, diğer taraftan da bunları kavrayabilecek bir hukukçu nesli yetiştirmeyi düşünüyordu. Anadolu'nun ortasında bir üniversite ve buna bağlı bir hukuk fakültesi kurmak millî devletin önemli emellerinden biriydi. Bunun için 1922 bütçesine gerekli ödenek konmuştu. İstanbul'daki İstanbul Hukuk Fakültesi'nin yetiştirdiği hukuk adamları bütün Türkiye'ye yetmemekteydi. 5 Eylül 1925'te Ankara Hukuk Mektebi Mustafa Kemal'in başkanlık ettiği bir toplantıda konuşmalardan sonra merasimle açıldı. Diğer taraftan Adliye Bakanlığı'nın koyduğu esaslar içinde hukuk bilginlerinden kurulu heyetler, yeni kanunları hazırlamaya çalışıyorlardı.

Hâkimlerin ve bütün hukuk görevlilerinin fesli, sarıklı, cüppeli, setreli ve şalvarlı, pantolonlu karmakarışık giysileriyle gülünç bir manzara göstermesi dikkatleri çekmekteydi. 3 Nisan 1924 tarihli kanunla buna son verildi. Bir kıyafet düzenlemesi ile hukukla ilgili kişilerin giyecekleri resmî kıyafetler ayrı ayrı düzenlendi.


   Tekkelerin, Türbelerin, Şeyhliklerin, Zaviyelerin, Dervişliklerin Kaldırılması: 2 Eylül 1925

Memlekette, ölmüş bazı kimseler daha sonra peygamber gibi gösterilmekte ve bunlar için yapılan türbeler, bazıları için geçim kaynağı olmaktaydılar. Halk türbelerden çağdışı inanışlarla mucizeler beklemekteydi. Gazi Mustafa Kemal, İnebolu'dan Kastamonu'ya dönüşünde, 30.8.1925'te şöyle diyordu: "Ölülerden medet ummak medenî bir cemiyet içindir... Mevcut tarikatların gayesi kendilerine tâbi olan kimseleri dünyevî ve manevî olan hayatta saadete mazhar kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün şümulüyle medeniyetin parlak ışıkları karşısında filân veya falan şeyhin irşadı ile maddî, manevî saadet arayacak kadar iptidâi insanların Türkiye medenî camiasında mevcudiyetini asla kabul etmiyorum" demekteydi. 31.8.1925'te, Gazi Mustafa Kemal, hoca ve imam gibi görevlere haiz olmayanların giydiği kıyafetler ile de ilgili olarak, Ankara'ya dönüşünde Çankırı'da İskilip halk heyetleri ile konuşmasında "... yalnız bir Diyanet İşleri Reisliği ve buna mensup müftü, imam ve hatipler vardır. Bu sınıfa ait kıyafeti tanırız. Bu işlerle muvazzaf olmayıp da hariçte kalanların aynı kisveyi giymeleri doğru değildir. Bu gibileri kimse tanımaz ve kabul etmez."

Nihayet, 30 Kasım 1925 tarihli bir kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır.23

1938'de çıkan Cemiyetler Kanunu'yla din, mezhep ve tarikata dayanan cemiyetlerin kurulması kanunsuz sayılmıştır. Din propagandası yapma amacı ile siyasî parti kurulması da kanunsuz sayılmıştır. 1926 Ceza Kanunu'nun 163. maddesiyle dini siyaset aracı olarak kullanma eylemi yasaklanmıştır. Aynı kanunun 241. maddesi din görevlilerinin görevlerini yaparken devlet kanunları ve nizamlarına karşı söylev ya da dinî konuşma yapmalarının yasak olduğunu ortaya koymuştur. Din öğretimi ve ilgili okulları herkes açabilirdi. Ama, 1928'de Latin harflerinin alınması zamanında izinsiz olarak okul ya da kurs açarak Arap yazısının öğretilmesi yasaklanmıştır.
Milletlerarası Takvim ve Saatin, Yeni Rakamların Kabulü: 26 Aralık 1925
Takvim, saat, rakam ve tatil meseleleri, gerek memleketin iç hayatında, gerekse dünya ile olan ilişkilerimizde ortaya büyük güçlükler çıkarıyordu. Hicrî takvimin, devlet maliyesi işlerine uymaması sonucu güçlükler çıkmaktaydı. Meşrutiyet Dönemi'nde Batı'da yerleşmiş (Gregoire) düzeltmeli güneş takviminin yavaş yavaş yaygınlaşmasıyla beraber Hicrî, Malî-Rumî gibi takvimler kullanılmaya devam edildi. Meşrutiyet'te bunu çözümlemek için girişim yapıldıysa da Ayan Meclisi'nin tutuculuğu yüzünden, yine çağdaş takvim sistemine tam giriş olmadı.24

Ancak, 26 Aralık 1925'te kabul edilen kanunlarla Hicrî ve Rumî takvim bırakılarak milletlerarası takvim (milâdî) ve milletlerarası saat kabul edildi.

20 Mayıs 1928'de milletlerarası rakam kabul edildi. Böylece milletlerarası fikrî, siyasî, malî ve iktisadî temasların zamanında yapılması sağlandı. Yerli malların kullanılması da 9 Aralık 1925'te karar altına alındı.25

    
       Belediye Konusunda YapılanYenilikler

1908 Devrimi'nden sonra, demokratik belediye kurumlarının geliştirilmesi için yeni bir çabaya girişildi. 1912'de, her biri bir Hükümet memuru tarafından yönetilen dokuz şubeli bir İstanbul Şehremaneti kuruldu. Her şubeden 6 üye katılmasıyla kurulan 54 üyeli bir Cemiyet-i Umumiye-i Belediye Şehremini'ne yardım edecekti.

Bu, İstanbul'un şehir hizmetlerini düzeltecek, özellikle lağım, çöp temizliği, itfaiye ile uğraşacaktı. Cumhuriyet Hükümeti'nin ilk beledî tedbiri, Ankara'da yirmi dört üyeli bir umümi meclis ile Şehremaneti'ni 16 Şubat 1924'te bir kanunla kurmak olmuştur.26
3 Nisan 1930'da yeni bir belediye kanunu kabul edildi. Şehremini ve Şehremaneti adları kaldırıldı. Onların yerine belediye ve belediye reisi geldi. 1930 yılında Belediye Kanunu dolayısıyla kadına belediye üyesi seçmek ve seçilmek hakkının verilmesiyle, yüzyıllar boyunca ikinci plânda kalmış bulunan Türk kadını böylece siyasî alanda ilk hakkını kazanmış oldu.

      
      Kadın Hakları

Kadın haklarının Cumhuriyetin ilk senelerinde değil de, daha sonraki tarihlerde kabul edilmesinin sebebi yüzyıllardır kafalara yerleşmiş olan muhafazakârlıktan ileri gelmiştir. 1923 yılının Nisan ayında kadınları da adet olarak sayalım teklifine karşı büyük bir reaksiyon doğmuş, değil siyasî hakkı tanımak, bu saymaya dahi razı olmayan bir düşünce Meclise hâkim olmuştur.27 20 Ocak 1924 yasasında mebus seçilme hakkının yalnızca erkeklere verilmesi de bunun bir delilidir. Kadın hakları konusunda en fazla Atatürk durmuştur. Mustafa Kemal, 21 Mart 1923'te Konya'da, Kızılay Kadınlar Şubesi'nin tertiplediği toplantıda kadın hak ve görevleri yönünden pek çok konuya temas etmişti.28 Ayrıca, Mustafa Kemal, 1925'te İnebolu'da, Kastamonu'da, İzmit Kız Öğretmen Okulunda bu çeşit konuşmalar yapmıştı.29

İstiklâl Savaşı sırasında, Büyük Millet Meclisi'nce "Hukük-ı Aile Kanunu Projesi" Millî Hükümet'çe üzerinde durulan bir konuydu. Bu kanun, 17.2.1926 Medenî Kanun olarak yürürlüğe girmiş ve kadınlar böylece pek çok hak elde etmişlerdi. 3 Nisan 1930'da ise 164 maddelik Belediye Kanunu kadınlara belediye seçiminde rey verme ve seçme hakkını getirmişti. Perşembe günü Meclis'te yapılan oturumda, 198 kişi oylamaya katılmış ve müspet oy vermiş, 117 kişi ise oylamaya katılmamıştı.30

Kadınlara bu hakların tanınmasında Atatürk'ün büyük çalışmaları mevcuttu. Atatürk, 1931 yılındaki uzun memleket dolaşmasında, İzmir'de yapmış olduğu sohbet toplantısında, vatandaşın siyasî seçimlerde oy kullanmasının bir hak olduğunu, erkek ve kadın arasında fark olmadığını, kadının siyasî haklara sahip olması gerektiğini söylüyordu. Atatürk bunları belirterek, siyasî haklar konusunda kadınların da erkeklerle eşit derecede tutulması gerektiğini ileri sürmüştü.31

5 Aralık 1934'te, uzun tartışmalardan sonra Teşkilât-ı Esasiye maddeleri düzenlenmiş ve "İntihâb-ı Mebüsân Kanunu'nun" maddelerini erkek kelimesi yanına kadını da ekleyerek, kadınların mebus seçilmesi sağlanmıştı.32

   
     Şer'iye ve Evkaf Vekâleti'yle Şer'iyye Mahkemelerinin Kaldırılması

1 Mart 1924'te Mustafa Kemal, Meclis'te vermiş olduğu nutukta, adliye düzeninin yüzyılın gereklerine uyması gerektiğini, her ulusta olan adlî ilerlemelerin acele ve kesin olarak yerine getirilmesinin milletin kendi isteği olduğunu ileri sürerek "Milletin arzu ve ihtiyaçlarına tâbi olarak adliyemizde her türlü tesirden cesaretle silkinmek ve ser'i terakkiyata atılmakta asla tereddüt olunmamasını" söylemişti. Mustafa Kemal devamla, aile hukukunda devam edilecek yolun medeniyet yolu olacağını, hurafelere inanılmamasını belirtmişti. Bu nutuk, Millet Meclisi'nde büyük heyecan uyandırdı. Bu daha çok yenilik isteyenlerin heyecanıydı.
2 Mart 1924'te, hilâfetin kaldırılması ile aynı zamanda Şer'iyye ve Evkâf Vekaleti'nin kaldırılması ve öğretimin birleştirilmesi teklifleri fırka grubunda tartışıldı. Teklifler kabul edildi.

3 Mart 1924'te aynı teklifler Meclis'te tartışıldı. Çok hararetli olan bu tartışmalar beş saat sürdü. Nihâyet, bütün teklifler kabul olundu. Şer'iyye ve Evkâf Vekaleti'ni kaldıran kanundan sonra, bunların yerine iki ayrı teşkilât meydana getirildi: Diyanet İşleri Reisliği ve Evkâf Umüm Müdürlüğü.Diyanet İşleri Reisî, hem kendisini hem de makamının bağlı olduğu başvekil tarafından atanacaktı. Ödevleri camilerin yönetimi, müezzin, imam, müftü ve diğerlerinin gözetimi olacaktı.33

Evkâf Umum Müdürlüğü vakıfların yönetiminden, dinî binaların ve tesislerin bakımından sorumluydu. 1931'den beri Evkâf yönetimi, dinî görevlilerin aylıklarının ödenmesini de üzerine aldı ve böylece Diyanet İşleri Reisliği'ne vaizleri atamak, onların hutbelerini denetlemek ve ara sıra bir şeriat sorunu üzerinde açıklamalarda bulunmaktan başka bir şey kalmadı.

1924 kanunlarıyla medreseler kapatılmıştı. Bununla beraber, devlet dinî görevlilere daha fazla eğitim sağlamak için çabalar gösterdi. Maarif Vekilliği bazı imam ve hatip okulları kurdu. Ayrıca eski Süleymaniye Medresesi, İstanbul Üniversitesi içinde, İlâhiyat Fakültesi olarak kuruldu. Bu fakülte, laik ve Batılı bir cumhuriyete daha uygun, yeni, modernleşmiş ve Türkiye'nin bilimsel bir dinî merkezi olacaktı.


      Tevhid-i Tedrisat Kanunu: 3 Mart 1924

Osmanlılar devrinde öğretim kurumları üçe ayrılmaktaydı: 1- Medreseler 2- Yabancı okullar 3-Tanzimat okulları.

Ziya Gökalp, Türk Millî Eğitimi'nin içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulabilmesi için millî bir nitelik almasını uygun görüyordu. Türkiye'de, halk, medreseliler, mektepliler diye üç zümrenin bulunduğuna değiniyordu.

Mustafa Kemal de, öğretim kurumlarının birleştirilmesi ve millî bir eğitim sisteminin uygulanmasını benimsemişti. 16 Temmuz 1921'de daha savaş yıllarında, Ankara'da toplanan Maarif Kongresi'ni açarken "şimdiye kadar takip olunan öğretim ve eğitim usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en mühim bir âmil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin hurâfelerinden ve fikrî vasıflarımızla hiçbir münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, Doğu'dan ve Batı'dan gelebilen bütün tesirlerden tamamıyla uzak, millî seciye ve tarihimize uygun bir kültür kastediyorum. Çünkü, millî dehamızın tamamıyla inkişâfı ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültür, şimdiye kadar takip olunan ecnebî kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir" demekteydi.34
31 Ocak 1923'te, İzmir'de halk ile yaptığı bir toplantıda medreseler hakkında sorulan bir sual üzerine, bu kurumlar hakkında geniş bilgi verdikten sonra, "milletimizin, memleketimizin irfân yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket evlâdı, kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır" diye öğrenimin birlikliğine işaret etmişti. TBMM'nin ikinci devre seçimleri için, 8 Nisan 1923'te yayınladığı dokuz prensip programında ilköğretimde öğretimin birleştirilmesi prensibi de yer almaktaydı.35

Osmanlı İmparatorluğu'nda ve cumhuriyetin ilk yıllarında Müslüman halkın eğitim gereksinmelerini karşılayan medreseler daha çok ahirete yakın kimseler yetiştiriyor, müspet ilimler yerine Kur'ân ve benzeri derslere yer veriyorlardı. Azınlık okulları kendi dilleriyle ve istedikleri gibi eğitim yapıyorlardı. Dinî kurumların ise yolları çok değişik bir görünüm arz etmekte idi. Bu kurumlar ise ancak kendi dil, din ve kültürlerini yaymak amacını güdüyorlardı.

Atatürk, eğitimin birleştirilmesi konusunda işbirliği yapılması önerisini ortaya koyarken, Şer'iyye ve Maarif Bakanlıklarının bir anlaşmaya varamayacaklarını biliyordu. Fakat, gene de, bu iki kurumun birbirleriyle anlaşmaları için girişimlere geçilmesini önerdi. Bu girişimlerden bir sonuç alınamayınca, konuyu kökünden çözmek için 1 Mart 1924'te, TBMM'de söylemiş olduğu nutukta milletin eğitim ve öğretimin birleştirilmesini istediğini, bunun için zaman kaybedilmemesini belirtmişti.

2 Mart 1924'te, Halk Partisi Grubu'nda hilâfetin kaldırılması ile Şer'iyye, Evkâf, Erkân-ı Harbiye-i Umümiye Bakanlıklarının kaldırılması konusundaki önergeler kabul edildikten sonra Tevhid-i Tedrisat hakkında Maarif Vekili Saruhan Saylavı Vasıf (Çınar) ve elli arkadaşının teklif ettikleri yasanın görüşülmesine geçilmişti. Önerge sahipleri görüşlerini şöyle açıklıyorlardı: "Bir devletin irfan ve genel maarif siyâsetinde, milletin fikir ve his itibarıyla birliğini sağlamak için öğretimin birleştirilmesi en doğru, en ilmî" her yere fayda getirecektir demekteydiler. Yasanın kabulü ile, bütün eğitim kurumlarının dayanacağı tek yerin Maarif Vekâleti olacağı ve tek bir eğitim olacağı açıklanmaktaydı. Parti grubunda kabul olunan önerge, 3 Mart 1924'te TBMM'ye getirildi. Kanun olduğu gibi kabul edildi.

Medreselerin kaldırılmasına karşılık, gene de, bu okulların açılmasını hesaplayanlar vardı. Atatürk'ün Rize gezisinde softalardan kurulmuş bir heyet Atatürk'e başvurarak medreselerin yeniden açılmasını önerdiler. Atatürk, bu heyete memleketin, milletin felâket sebepleri arasında medreselerin oynadığı yıkıcı rolü açıkladıktan sonra "Mektep istemiyorsunuz. Halbuki, millet onu istiyor. Bırakınız artık bu zavallı millet, bu memleket evlâdı yetişsin! Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lâzımdır" demişti.

Bir kısım aydınlar bile, medresenin yeniden kurulamayacağını anlamış, fakat, medresenin millî eğitime etkisinin sürmesini sağlamak istemişlerdi. Atatürk, din terbiyesinin devlet eliyle verilmesinin zararlı olduğunu çok önceden anlamış olduğundan, 1925 yılında Samsun'a yapmış olduğu seyahatlerinden birinde "Dünyada her şey için maddiyat ve maneviyat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delâlettir" demekteydi.
Millî Eğitim Bakanlığı bir süre sonra İmam-Hatip okullarını, ilk, orta ve lise kitaplarında din derslerini kaldırdı. Azınlık ve yabancı okullarının Türk okulları gibi teftiş edilmesine karar alındı. İlkokulların ve liselerin sayısı artırıldı. Kız sanat okulları ve akşam sanat okulları açıldı.36

1928 yılında devletin bir dini olduğu maddesi Anayasa'dan çıkarıldıktan sonra, 1930 yılında şehir okullarında, 1933 yılında köy okullarında din dersleri kaldırıldı. 1928 yılında Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmış, bu dillerin öğretimi üniversite düzeyinde bilimsel araştırma araçları olarak okutulması kararı alınmıştı.37 Atatürk 1937'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşmasında, Doğu Anadolu'da bir üniversitenin kurulması gereğini belirtmişti. Atatürk'ün sağlığında malî olanaksızlıklar dolayısıyla bu üniversite açılamamış,38 ama daha sonra açılan Erzurum Atatürk Üniversitesi ile bu düşüncesi yerine getirilmişti. Bu konular yüksek okullar bahsinde etraflıca incelenecektir.
Eski Türk tarihi ile uğraşan Atatürk, eski Türk medeniyetlerini geliştirmek istemişti. Bu bakımdan, madde ile uğraşan kurumlara, işletmelere, Sümerbank, Etibank gibi adlar vererek görüşünü sembolleştirmişti.39


       Hukuk Alanındaki Diğer Yenilikler

Medenî Kanun: 17 Şubat 1926'da kabul edilen Medenî Kanun, 1907'de İsviçre'de hazırlanıp, 1912'de orada yürürlüğe giren kanundan alınmıştır.

Ceza Kanunu: 1889'da yapılmış İtalya Ceza Kanunu'ndan alınmıştır. Kanun suçlar ve cezalar hakkında en medenî hükümleri kapsar. 1 Mart 1926'da yürürlüğe girmiştir.

Hâkimler Kanunu: 3 Mart 1926'da kabul edilen bu yasa, Cumhuriyet Savcı'sının bağımsızlık ilkesini, yargı organlarının bağımsız ve halkın çıkarlarını en uygun şekilde gözetmeyi yasal cezalarla yerine getirmeyi amaçlar.

Ticaret Kanunu: 29 Mayıs 1926'da ve 15 Mayıs 1929'da yayımlanan yasalar ile onaylanmıştır. 1926'da yayımlanan Ticaret Kanunu ve 1929'da çıkan "Deniz Ticaret Kısmı" birbirini tamamlar. 1926'daki bu yasa dünyanın en gelişmiş ticaret yasalarından, özellikle Alman ve İtalyan ticarî eserlerinden, ikincisi ise Alman kanunlarından yararlanılarak düzenlenmiştir.

İcra ve İflâs Kanunu: 24 Nisan 1929 yılında İsviçre'den alınarak düzenlenmiştir. Fakat, beklenilen yararı sağlayamadığından, çeşitli kuruluşların düşünceleri alınarak 30 Haziran 1932'de yeniden düzenlenmiştir.

Görüldüğü üzere, 1926'dan itibaren hukuk alanında büyük yenilikler yapılmaya başlanmıştır. Ama, bunlar henüz yeterli değildir. Kadın erkek eşitliği konusunda önemli atılımlar ve yasalar, ancak 1930'dan sonra konuşulmaya ve yasa haline getirilmeye başlanacaktır.




Fatih BAYRAKOĞLU

Twitter:@fbayrakoglu

15 Nisan 2017 Cumartesi

Atatürk Dönemi Yapılan İnkilaplar İsyanlar Kanunlar ve Gelişmeler -1

Atatürk'ün Türk Tarih Tezi



Atatürk, Avrupalıların, Türkleri sarı ırka bağlamak, yıkıcı ve medenî yetenekten yoksun olarak, medenî eser yaratamamak gibi ilmî kalıplar ileri sürerek ortaya koydukları iddialara inanmıyor, Türk vatanının bizim olduğunu, tarihin bunu ortaya koyacak en büyük manevî destek ve delil olduğunu ileri sürüyordu. Bunun için, önce kütüphane kurmakla işe başladı.

Bunu büyük bir anket takip etti. Türkiye'de tarihle uğraşanlar, Türk tarihi ile ilgili kitapları incelemeye memur edildiler. Tercüme edilen kitaplar, raporlar halinde Atatürk'e sunuldu. Bu çalışmaların ilk ürünü olarak, Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü belirten "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı eser 1930 yılında bastırıldı. Bir sene sonra da Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere "Türk Tarih Heyeti" kuruldu (15.4.1931). Atatürk, bu heyete, Türk tarihini belgelere dayanarak yazmalarını, gerçeklerin dışına çıkmamalarını, Türklüğü acuna duyurmalarını söyledikten sonra "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır" demiştir.
26.9.1932 tarihinde Ankara'da Türk tarih profesörleri ve öğretmenlerinin katılmasıyla ilk kez Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilimsel bakımdan tartışıldı.

Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşü olan bu tez şöyledir: "Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türkün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir." Bu tez ile Türk tarihi, Etiler, Sümerlerden başlatılmakta ve en eski uygarlıkların Türklerden çıktığı ispat edilmektedir.68

Türk Dil İnkılâbı


Osmanlı Türkçesi, yüzyıllardan beri, yabancı dillerden alınan kelime ve kuralların etkisi altında çok şey kaybetmiştir. Bu dilin anlaşılabilmesi için Arap ve Fars dillerinin dilbilgilerinin ve birleşimlerinin bilinmesi gerektir. Bu da Türkçenin millî bir dil olmasına engel olmaktadır. Büyük halk kitlelerinin konuştuğu dil ile aydınların dili arasında büyük bir uçurum vardı. Atatürk zamanına kadar olan dili sadeleştirme çabaları başarılı olamamıştı.

Harf İnkılâbı'nın olumlu sonuçları alınmaya başlanmış olduğundan Atatürk dil çalışmaları ile uğraşmak için 12 Temmuz 1932'de, Türk Tarih Cemiyeti'ne kardeş olarak Türk Dili Tedkik Cemiyeti'ni kurdu. Cemiyetin amacı, Türkçenin sözlük, terim, dilbilgisi, cümle bilgisi, etimoloji konularını incelemek ve Türkçenin gelişmesine, dilimizin dünya dilleri arasındaki yerini belirtmeye çalışmaktadır. Dil konusuna titizlikle eğilen Mustafa Kemal, 1929 Eylül'ünde Ertuğrul yatı ile İstanbul'dan Zonguldak'a giderken bir telsiz haberinin eski yazılarla kendisine verilmesine çok sinirlenmişti.69

Atatürk'ün direktiflerine göre, önce bir Dil Kurultayı toplanacak, Türk Dili Tetkik Cemiyet'in tezi orada Kurultay'a katılan uzmanların, yazarların, ozanların, basın yetkililerinin ve öğretmenlerin önünde açıklanacak ve onların düşüncesi de alınmak suretiyle dil işi ile olan ilgi genelleştirilecekti.

I. Türk Dili Kurultayı, 26 Eylül 1932'de Dolmabahçe Sarayı'nda toplandı. Amerika Genelkurmay Başkanı General Mac Arthur, Atatürk'ü ziyaret anında Kurultay'daki tezleri, konferansları ilgiyle dinlemişti. Bu ilk kurultayda, Kurum Başkanı Samih Rifat, amacı "Türk dilinin kendi millî kudretleri içerisinde inkişâfını aramak" olarak nitelemişti.70 Çalışmaların sonunda, bir tüzük düzenlendi. Bunun 20. maddesinde "Türk Dili I. Kurultayı'nın toplandığı 26 Eylül Türk Dili Tetkik Cemiyeti azalarınca Dil Bayramı olarak her yıl kutlanır" denilmekteydi.71 26 Eylül'de başlayan Kurultay 1 Ekim'e kadar sürmüştü. Atatürk, Kurultayın ortaya koyduğu sonuçlardan çok memnun oldu. 1 Kasım 1932'de Büyük Millet Meclisi'ndeki açış nutkunda "Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet teşkilâtımızın dikkatli, alâkalı olmasını isteriz" demekteydi. Türk Dili Cemiyeti daha sonra da Atatürk'ün koruyuculuğunda çalışmalarına devam etti. Bu devrede Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçeden tasfiye edilmesi fikrinden vazgeçen Atatürk bizzat kendi yazıları ve beyanlarıyla da bunu açıkça ifadeden çekinmemiştir.72 Atatürk, 18 Ağustos 1934'te II. ve 24 Ağustos 1936'da III. Dil Kurultaylarında hazır bulunmuş ve kurultayları izlemiştir. Daha sonra, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde, 1942, 1945, 1949, 1951, 1954, 1957, 1960 ve daha sonraki tarihlerde yapılan toplantılarda Dil Kurultayı çalışmalarına devam etmiştir.73

Ölçüler Kanunu: 28 Aralık 1931

28 Aralık 1931'de metre ile ilgili olarak çıkarılan yasada, bütün "mukâvele ve akitlerde, fatura, ticaret defterleri, ilân vesâir ticarî evrak ve vesikalarda bu ölçülerden maadasının kullanılması"nın yasaklandığı belirtilmekte ve böylece Avrupalıların kullandığı her birimi kabul etmekle inkılâplardan biri daha gerçekleştirilmiş olmaktaydı. Kilo sistemi de aynı yasayla getirilmiş olmaktaydı. Demiryolu, yük vagonları ve eşya satımları da bu ölçülere göre hesaplanacaktı. Bu yasanın uygulanması için İktisat Vekâletine bağlı "Ölçüler Umüm Müdürlüğü" kurulacaktı.74

Soyadı Kanunu: 21 Haziran 1934

Türkiye Cumhuriyeti'nde soyadı kullanılmadığından yalnızca şahsın isminin kullanılması karışıklıklara sebep olmaktaydı. Aynı isimden pek çok kişinin olması resmî yazışmalarda anlaşmazlıklar doğuruyordu. Bu yüzden 21 Haziran 1934'te TBMM'de "Her Türk öz adından başka soyadını taşımaya mecburdur" tarzında bir ifâde ile soyadı yasası kabul olundu. Mustafa Kemal de, İsmet Paşa ve arkadaşları tarafından TBMM'de yapılan teklifle 24 Kasım 1934'te Atatürk soyadını almıştı. Sonra, 17 Aralık 1934'te TBMM Mustafa Kemal'den başkasının Atatürk soyadını almamasını da karara bağlamıştır. Atatürk'ün İsmet Paşa'ya İnönü soyadını verdiğini bildiren mektup üzerine İsmet Paşa da 26.11.1934'te İnönü soyadını aldı.75

Genel Tatil: 27 Mayıs 1935

"Ulusal bayram ve genel tatiller hakkındaki kanun" 27 Mayıs 1935'te TBMM'ce kabul edilmişti. Bu yasa ile hafta tatili Pazar günü olarak onaylanmıştır.76 Eskiden Cuma günü idi.

Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu'ndaki Değişiklik: 5 Şubat 1937
Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu'nun (Anayasa) ikinci maddesinde değişiklik yapılarak altı okun konması, "Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır" ve "Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir" kararı alındı.

Medenî Kanun'daki Değişiklikler: 16 Haziran 1938

Türk Medenî Kanunun'da evlenme yaşına ait maddenin değiştirilmesine dair yasa tasarısı onaylanmış ve evlenme yaşı kadınlar için 15, erkekler için 17'ye çıkarılmıştır. Daha sonra 18 yaşından küçüklerin evlenmesi ebeveynlerin iznine bırakılmıştır.

Lâkap, Nişan, Madalya veÖzel Kılıkların Kaldırılması

24.11.1934'te Mustafa Kemal Paşa'nın öz adının Kamal (sonra Kemal) ve soyadının Atatürk olması kanunlaşıp, 24.12.1934'te Soyadı Tüzüğü'nün kararname ile yürürlüğe girmesinden sonra, buna paralel diğer inkılâplara geçildi. Daha önce 3.12.1934'te din adamlarının tapınaklar ve törenler dışında özel kılık giymelerini yasaklayan ve ancak hükümetin izniyle tapınak ve dinî törenler dışında da geçici nitelikte özel kılıkların giyilebileceği, izcilik ve sporculuk gibi topluluk ve dernek ve kulüp mensuplarının ve öğrencilerin usüle uygun kılık giymelerini ve simgelerini taşımalarını yasaklayan, yabancıların kendi kılıkları ve simgeleri ile Türkiye'ye girmelerini hükümet iznine bağlayan kanun kabul edilmişti.77

26. 11.1934'te, ağa, hacı, hâfız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi, hazretleri gibi lâkap ve unvanların savaş madalyaları dışındaki madalya ve nişanların kaldırılması, müşir yerine mareşal, paşa yerine general ve amiral deyimlerinin kullanılması kabul edildi.78

Millî Bayramlar

27.5.1935'te, Millî Bayram ve resmî tatil günleri ile ilgili kanun kabul edilmişti. Bu yasaya göre, Cumhuriyet'in ilân edildiği 29 Ekim günü tören yapılacak, tek millî bayram olan Cumhuriyet Bayramı, 28 Ekim öğleden 30 Ekim akşamına kadar sürecekti. 30 Ağustos Zafer Bayramı bir gün, 23 Nisan Millî Hâkimiyet Bayramı bir buçuk gün, 1 Mayıs Bayramı (Bahar Bayramı) bir gün, 1 Ocak Yılbaşı Tatili bir buçuk gün, Ramazan Bayramı üç gün, Kurban Bayramı dört gün olacaktı. Hafta tatili de daha önce bahsettiğimiz gibi cuma yerine pazar günü olacaktı.79

Bu arada 15 Haziran 1938'de "Noterler Kanunu" kabul edildiği gibi, daha önce 8 Şubat 1937'de Orman Kanunu da onaylanmıştı.

Eğitim Alanında Yapılan Diğer Yenilikler

1926 yılında Maarif Vekâleti'nin bilimsel yetkisini artırmak için çalışmalar yapıldı. Yeni kuşakları güvenilir, karakterli ve şuurlu olarak yetiştirecek kuruluşları kurarken, öğretmenlere de geçim kolaylığı ve iyi bir gelecek sağlamak amacıyla 20 Mart 1926 ile 22 Mart 1926'da Millî Eğitim Bakanlığı Teşkilâtı'na bağlı yeni kanunlar çıkarıldı. Her ilin kendi bütçesinden yardım etmesi ve böylece yeni öğretmen okullarının açılmasını sağlayabilecek olan kanun da 1926'da çıkarıldı. Süratle okulların sayısı artırılmaya başlandı.

Üniversitelerin Gelişmesi

1863 yılında İstanbul Darü'l-fününu adı altında açılan üniversitede öğrenim sürekli olmamıştı. 8 Şubat 1870'te üniversite resmen açılmıştı. Fakat, dar düşüncelilerin muhalefeti ile bir yıl sonra kapatılmıştır. 1898'de Vekiller Heyeti, Avrupa'ya giden gençlerin ahlâklarının ve fikirlerinin bozulduğunu ileri sürerek Avrupa'ya öğrenci gönderilmemesi ve İstanbul'da Darü'l-fünün açılmasını teklif etmişti. Fakat, Dar'ül-fünün (Üniversite) ancak, 19 Ağustos 1900'de yani Abdülhamid Il'nin tahta çıkmasının 24. senesinde açılabilmişti.80 1908 Meşrutiyeti ile Darü'l-fünün beş şube olarak çalışmasına devam etmiştir. 20 Nisan 1922 tarihli nizâmnâme ile Darü'l-fünün adı İstanbul Darü'l-fününu olmuştu. 1919'da Darü'l-fünün Nizâmnamesi yeniden yapıldı ve bu tarihte Darü'l-fünün ilmî muhtariyet kazandı. 1921 senesinde, Darü'l-fünün fakültelerince düzenlenmiş olan özel birer encümen vasıtasıyla 1921 bütçesinin düzeni ve tartışması başlamıştı. İki sene önce evvel "muhtariyet-i ilmiye"ye sahip olan Darü'l-fünün, ayrıca "şahsiyet-i hukukiye ve maliyeye" sahip olabilmek için Maarif Vekâleti'ne sunulmuş kanun layihasının çıkmasını beklemekteydi. 1928 Nisan'ında, Darü'l-fünün fakültelerince bazı derslerin kürsüye çevrilmek uğraşısı olmuş ve Edebiyat Medresesi'nin bazı yeni kürsüleri kurulmuştu. Tıp Fakültesi'nde de bazı dersler kürsüye çevrilmişti. 1921 bütçesine göre, Darü'l-fünün muallimlerince en az ve en çok 3500-2500, müderrislere de 3500-7000 kuruş maaş verilecekti.81

1924 yılına kadar idare ve teşkilâtında bir değişiklik olmayan Darü'l-fünün'da, tevhid-i tedrisat kanunuyla 3 Mart 1924'te bir İlâhiyat Fakültesi kurulması kararı alındı. Darü'l-fünün, 21 Nisan 1924 tarih ve 493 sayılı kanunla hükmî şahsiyetini kazandı. 7 Ağustos 1925'te İstanbul Darü'l-fününu Nizamnâmesi ile de ilmî ve idarî muhtariyetini kazanan Darü'l-fünün Avrupa üniversiteleri seviyesine yükseltildi. Medreselere de fakülte adı verildi.82 31 Mayıs 1933'te İstanbul Darü'l-fününu'nun kaldırılmasına ve Millî Eğitim Bakanlığı'nca yeni bir üniversite kurulmasına karar verildi. 31 Temmuz'da İstanbul Darü'l-fününu kapatıldıktan sonra, 1 Ağustos 1933'teki bu olayın hemen arkasından yeni bir İstanbul Üniversitesi kurulması kararı verilmişti. İstanbul Üniversitesi 18 Kasım 1933'te Maarif Vekili Hikmet Bayur'un konuşmasıyla öğrenimine başladı. Atatürk, 20 Kasım 1933'te, İstanbul Üniversitesi'nin açılışı nedeniyle Maarif Vekili'nden gelen telgrafı, başarı dilekleriyle cevapladı.83 Aynı yıl, Üniversite, yapısındaki Tıp, Hukuk, Fen, Edebiyat Fakülteleriyle faaliyetini sürdürmüş, daha sonra, İktisat, Orman Fakülteleriyle, Eczacılık, Diş Hekimliği okulları açılmış ve bu okullar fakülte haline getirilmiştir. Ayrıca, Üniversite'ye bağlı İşletmecilik Fakültesi de kurulmuştur. 1945'te çıkarılan Üniversiteler Yasası ile bütün üniversiteler ilmî ve idarî özerkliğe sahip olmuş, 27/10/1960'ta 115 sayılı yasa ile yeni bir şekil verilmişti.

İstanbul Teknik Üniversitesi

1774'te kurulan İstanbul Yüksek Mühendislik Okulu, 1914'te dört medrese ile büyütülmüştü. Bugün bünyesinde, elektrik, inşaat, maden, makine, mimarlık fakülteleri mevcuttur.

Ankara Üniversitesi

Atatürk, tarih ve dil tezleri ile Türk dili ve tarihi araştırmalarını Dil ve Tarih kurumlarından başka özel bir fakültenin sürdürmesini istiyordu. 14 Haziran 1935'te Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulması hakkındaki kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmişti. 9 Ocak 1936'da da Atatürk'ün de hazır bulunması ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi açıldı. Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan açılış söylevinde "Orta Asya'da kültür kurmuş ve bunu dünyanın beş bucağına yaymış bir ulus, çok tabiidir ki yarattığı kültür eserlerinin adını ve bu eserlerle bağlı fikir sistemlerini birlikte götürmüş ve içlerine girdikleri uluslara yaymıştır" demekteydi. Aynı gün ilk tarih dersini Afet (İnan) vermişti.84 Fakültede çağdaş yabancı dil bölümleriyle birlikte, tarihin birçok ölü diline yer verilmişti. Etice, Çince, Sanskritçe, Sümerce üzerinde çalışmalarla Türk dilinin karanlık devirleri ortaya çıkacaktı. Bunlar arasında Sümerce, Etice özel önem taşıyordu. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, 1925'te kurulan Adliye Hukuk Mektebi ve 1935'te kurulan (10 Haziran'da Mülkiye Mektebi Siyasal Bilgiler Okulu adını alır) Siyasal Bilgiler Okulu'nun, 5 Kasım 1936'da İstanbul'dan Ankara'ya nakli ve bu üçünün birleştirilmesi ile Ankara Üniversitesi haline getirildi. 9 Haziran 1937'de Tıp Fakültesi kuruldu. Sonra, Eczacılık, Fen, İlahiyat, Ziraat, Diş Hekimliği, Veteriner Fakülteleri kuruldu.

Yüksek Tahsil ve İhtisas Okulları

1905'te askerî ve mülkî tıbbiyeler Haydarpaşa'ya nakledilince Kadırga'da boş kalan binada müstakil bir ebe okulu ile Kadırga Veladethanesi adı altında bir doğum kliniği açılmıştı. Bugünkü Ebe Mektebi'nin temeli böylece atılmıştır. 1928'de Kadırga'daki Ebe Mektebi ile Doğum Kliniği Haydarpaşa'ya taşınmış ve Evkaf İdaresi'nce yapılan bina da öğrenime açılmıştır. Öğrenciler Şişli Çocuk Hastanesi'nde kalarak, Haseki Kadın Hastanesi'nde de ders ve tatbikat görmekteydiler. 1939 yılında Şişli Çocuk Hastanesi'ndeki pansiyon kaldırılmış ve okul, üniversiteye bağlı yatısız hale getirilmişti. Öğrenim iki yıldır.85

1847'de İstanbul yakınlarında Yeşilköy havaalanı yerine yakın Ayamama Çiftliği binasında "Ziraat Talimhanesi" adı ile bir Ziraat Okulu açılmasına teşebbüs olunmuştur. Dört yıl kadar öğrenim yapılmıştır. 1889'da Mülkiye Tıbbiyesi içinde Mülkiye Baytar sınıflarının öğrencileri de yer almış, 1890'da da Ziraat öğrencileri bu okula naklolunmuş ve okula "Ziraat ve Baytar Mektebi" adı verilmiştir. Vilâyetlerde ise, ilk Ziraat Okulu 1887'de Selânik'te açılmıştır. Cumhuriyet devrinde ziraat öğretim kurumlarının yeniden teşkilatlandırılmasını hedef tutan 20 Haziran 1927 tarihli kanuna kadar süren ziraat okulları 1927'den itibaren yeni statü ile öğrenime devam etmiştir.

1857'de ilk defa İstanbul'da Ticaret Nezareti binasında öğrenime başlayan Ormancılık Okulu'nun süresi 1917'de iki yıldan üç yıla çıkarılmıştır. Ankara'da yüksek ziraat enstitülerinin kurulması ile okulun ilk sınıfları Ankara'da, son sınıfları İstanbul'da olmak üzere bu Enstitü Orman Fakültesi haline getirilmiş, 1933'te ise yeni bir statüye bağlanmıştır.86
İstiklâl Savaşı sırasında ve Cumhuriyet döneminde Türkiye'de zararlı çalışmalar yapan partiler bulunmaktaydı. Bunlardan biri Yeşilordu adıyla çalışmaktaydı. Yeşilordu'nun yayımladığı beyânnâmede, nizâmnâmede ve talimâtnâmede, Yeşilordu'nun İslâmiyet'in esaslarına dayandığı, Kızılordu, kızıl inkılâp orduları ile samimî bir kardeşlik bağı olduğu, Asya'nın Asyalılara ait olduğu, fukaranın iyiliğine iş görülmediği açıklanıyordu. Çalışmaları, özellikle, Ankara, Eskişehir, Bursa, Konya, Kayseri, Elaziz'de 8-9 ay sürdüğü anlaşılan Yeşilordu 1921 Ocak ayında olayların çıkmasına neden olmuştu. Yeşilorducuların yargılanmasına derhal girişilmiş, 9 Mart 1921'de Yeşilordu hareketi tamamen silinmiş ve tarihe karışmıştır. 1920 yılının 14 Temmuzu'nda Gizli Türkiye Komünist Partisi, Mustafa Suphi'nin 10 Eylül 1920'de kurduğu Türkiye Komünist Partisi, Mustafa Kemal'in danışıklı kurduğu (18 Ekim 1920) Türkiye Komünist Partisi, 7 Aralık 1920'de Türk Halk İştirakiyun Fırkası, 12 Haziran 1922'de Türkiye Sosyalist Fırkası ve 24 Haziran 1922'de Türkiye İşçi Sosyalist Fırkası, 11 Ocak 1923'te Sosyalist sözü çıkarılarak çalışmaya devam etmişti.87 Bunlar, karışık bir düzen içinde, İstiklâl Savaşı süresinde çalışmalarını sürdürmüşler, ama bir süre sonra kapatılmışlardır.

CH Fırkası ve Terakkiperver Fırkası

Atatürk, Millî Mücadele'yi kazanan "Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukük-ı Milliye Cemiyeti"ni siyasî bir parti hüviyetine sokmak istedi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi mebuslarıyla toplanıp, 11 Eylül 1923'te Cumhuriyet Halk Partisi'ni kurdu. Parti Genel Başkanlığı'na Mustafa Kemal seçildi. Halk Partisi'nin altı ana özelliği şunlardı: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Lâiklik, Devletçilik, Halkçılık, İnkılâpçılık. Bu arada halifeliğin kaldırılması ile inkılâplara karşı hoşnut olmayan bir grup parti kurma hazırlığı içersinde idiler.

Atatürk'ün yurt içi gezilerindeki sözleri ile tutumundan bazı muhalifler onun diktatörlük hevesi içinde olduğu yolunda haberler yayarak ortalığı bulandırıyorlardı. Asıl arzuları parti kurarak ön plâna geçmekti. 6 Ekim 1924'te, Son Telgraf gazetesi, Rauf Orbay, İsmail Canbolat, Refet Paşa ve çevrelerinin bir muhalif parti kuracaklarını yazıyordu. Bu arada, inkılâpların aşamalarının ortaya koyduğu tepkiler de su yüzüne çıkmaktaydı.88 Vatan, Tevhid'i efkâr, Tanin gazeteleri iyice muhalefete başlamışlardı. Halk Partisi mensupları Cumhuriyet kelimesini de koyarak Cumhuriyet Halk Partisi adını aldıktan sonra (10 Kasım 1924), İsmet Paşa 20 Kasım 1924'te sıkı yönetim talebinde bulunmuş, fakat bu reddedilmişti. Bu arada 9 Kasım'da Refet Bele, Rauf Orbay, Adnan Adıvar ve bazı milletvekilleri Halk Fırkası'ndan istifa etmişlerdi. 21 Kasım 1924'te de İsmet Paşa Başvekillikten istifa etmiş ve 22 Kasım'da Fethi Okyar Başvekilliğe seçilmiş ve kabineyi kurmuştu.

Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan istifa edenler, 17 Kasım 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurmuşlardı. Partinin beyannamesinde fırkanın geçici hareketlere göz yummayacağı, ne bir tek kişinin ne de birkaç kişinin hegemonyası ile oligarşinin kurdurulmayacağı açıklanıyordu. Partinin 36 madde ile de programı açıklanmıştı. Terakkiperver Fırkası'nın ilk şubesi Urfa'da açılmış, 1924 Aralık'ı sonunda da Sivas'ta teşkilâtını kurmuş, ayrıca, İstanbul ve İzmir'e de teşkilât kurmuştu.89
Cumhuriyet Terakkiperver Fırkası'na, istifa eden milletvekilleri, İttihat ve Terakki fırkası üyeleri, meşrutiyetçi gruplar ve Malta'dan gelenler katıldılar. Bu parti kurulduktan sonra İstanbul basını açıkça hükümete muhalefete başladı. Mustafa Kemal, İstanbul'da bulunan Times dergisinin muhabirinin 11.12.1924 tarihindeki sorularını, millî hâkimiyet esasına göre, Cumhuriyet yönetiminin bulunduğu yerlerde fırkaların arka arkaya kurulmasının olağan olduğunu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın gerçek bir fırka olarak kabul edip, etmediğine dair soru için de Türkiye'de yeni bir siyasî fırkanın kurulmasının bazı kanunlara bağlı olduğunu, yeni fırkanın bütün işlemlerini tamamlamış bir kuruluş olduğunu ve programında münakaşa etmeye değerli, esaslı bir prensibin olmadığını söylemiştir.

Gazi, aynı zamanda, İstanbul'da aleyhlerinde olan muhalefet için de İstanbul'da ekseri gazetelerin Cumhuriyet Halk Fırkası'nı ve onun Hükümeti'ni tenkit etmesi ve muhalefete yatkın olmasının kendisi tarafından izaha gerek duyulacak bir olay olmadığını belirterek, bu gazetelerin halkın ekseriyeti üzerinde yaptığı tesirin böyle yayın yapanların lehinde olmadığı yolundadır demiştir. Yazarın, diktatörlüğe gidiş ya da yöneliş hakkındaki sorusu üzerine de Gazi "Cumhuriyet Halk Partisi ve onun bütün liderleri ve mensupları milletin özgürlüğü için çalışmış olduğuna göre, işaret olunan diktatörlük herhalde yoktur" demiştir.90

Terakkiperver Fırkası'nın muhalefeti yüzünden Şeyh Sait adlı kişi cahil köylüleri başına toplayarak 11 Şubat 1925'te isyan etmiştir. Sonunda da Terakkiperver Fırkası kapanmıştır. Biz Fırka'nın kapatılmasından önce Şeyh Sait İsyanı'nı görelim.

Şeyh Sait İsyanı

Bu isyan, din işlerinin dünya işlerinden ayrılmasını tasvip etmeme amacında olanlar tarafından inkılâba karşı yapılmış bir isyandı. Ama, bu isyanda kişisel çıkarlar peşinde koşanlar, Kürtçülük isteyenler, komünist düşünceliler, yağmacılar da rol oynamışlardır. Olayı yaratanlar, başta Şeyh Sait Nakşibendi tarikatındandılar. Mustafa Kemal'in de belirttiği gibi olayın ana nedeni gericilik idi. Şeyh Sait İstiklâl Mahkemesi'nde de, "din elden gidiyor", "Tanrı Devleti" gibi sözlerle, dünya işlerinde de din kurallarına dayanan bir devlet idaresi istediğini belirtmiştir.

11 Şubat 1925'teki isyan, derhal Elazığ ve Diyarbakır yörelerine yayılmıştır. Hükümet bu durumda sıkı yönetim ilân etmeyi yerinde buldu ve doğu bölgelerinde bir ay, Malatya'da iki ay sıkı yönetim ilân etti ve konuyu Meclis'e de getirdi. 25 Şubat 1925'te Başvekil Fethi Bey, konuşmasında, Türkiye Cumhuriyeti'nin o bölgede 800 kişiyi öldüreceği ve Şeyh Sait'in de bunlardan biri olduğu, bundan kurtulmak için de Sait'in niyet ettiği ayaklanmaya gittiği yolunda bir mektubu asilerin birinin üzerinde ele geçirdiklerini izah etti. Fethi Bey, gene ele geçen 17 Şubat 1925 tarihli rapora göre, ayaklanmanın amacının şeriatı sağlamak olduğunun anlaşıldığını ve "olay padişahlığı, hilâfeti, şeriatı ve Abdülmecid'in oğullarından birinin saltanatını sağlamak" için yapılan gericilik maskesi altında yapılan Kürtçülük hareketidir demekteydi.91
25 Şubat 1925'te, dinî ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek devletin şeklini bozmak isteyenlerin vatan haini olması hakkındaki yasa onaylandı. Böylece, isyan edenlerin sineceği sanılıyordu.

Doğudaki ayaklanma haberi kısa anda yurdun her yanından duyuldu ve gericiliği lanetleyen, Cumhuriyete bağlılığı belirten telgraflar gelmeye başladı. 4 Mart 1925'te, olağanüstü durumdan ötürü, milletin ve Cumhuriyet'in güvenliği için, askerî harekat bölgesinde çalışacak ve Meclis'in kararı olmadan idam kararı verebilecek İkinci İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. Aynı gün, gericiliği ve ayaklanmayı çıkaranlar, memleketin sosyal düzeninin ve sükununun, güvenliğinin bozulmasına neden olanlar, kışkırtıcı yayınları yasaklayan Cumhurreisi'nin onayı ile ilgili Takrîr-i Sükün Yasası onaylandı. Ankara ve Elazığ'da iki İstiklâl Mahkemesi kurulması karara bağlandı. Daha sonra Şeyh Sait ve arkadaşlarını yok etmek için çalışma hızlandırıldı. 14/15 Nisan gecesi Şeyh Sait Varto'da teslim olmak zorunda kaldı. Şeyh Sait ve arkadaşları Diyarbakır'daki İstiklâl Mahkemesi'ne verildiler. Yargılanmalarından sonra, 29 Haziran 1925'te idam edildiler.92

Terakkiperver Fırkası'nın Sonu

Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra muhalefet partisine ve basına karşı işleme geçildi. Bazı yazarlar tutuklandı. Terakkiperver Fırkası'nın Urfa, Siverek, Mardin'de kurulup kurulmayacağını inceleyen eski bir vali Şark İstiklâl Mahkemesi tarafından tutuklandı. Şark İstiklâl Mahkemesi doğudaki Terakkiperver Parti kuruluşlarının kapatılmasına karar vermişti. Vekiller Heyeti, 3 Haziran 1925'te, vatandaşların aldatılıp, kışkırtılmaktan korunması için Takrîr-i Sükun Yasası gereğince Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın bütün merkez ve şubelerini kapattı.

İzmir Suikastı

Mustafa Kemal'in muhalif ittihatçıları ve Terakkiperver Fırkası'nın bazı üyeleri Atatürk'ü öldürmek istiyorlardı. Bu işi tertipleyenlerden biri de eski milletvekillerinden Ziya Hurşit ile Kuvâ-yı Milliye komutanlarından Sarı Edip Efe ve arkadaşlarıydı. Mustafa Kemal, 10 Mayıs 1926'da Mersin'e gitmiş ve o bölgede beş gün kaldıktan sonra Ankara'ya dönmüştü. M. Kemal'in Ankara'dan ayrılışının ertesi günü suikast yapılacağı haberi ve suikastçıların yakalandığı İsmet İnönü'ye telgrafla duyuruldu. Suikast haberi yurdun her yanında üzüntü yarattı. Tutuklamalar yapıldı ve onlar İstiklâl Mahkemesi'ne gönderildiler. İzmir'deki davanın dışında, olayın sorumluları olan terakkiperver üyeleri Ankara'da tutuklandılar. 
Suikastın kendi şehirlerinde olmasından üzüntü duyan İzmirlilerin sevgi gösterisinde bulunmaları ve Ata'ya bağlılıklarını göstermeleri üzerine İzmir'de Naim Palas'ın kapısının önüne çıkan Atatürk düşmanların hareketleri inkılâpları önleyemeyecektir demiştir. İstiklâl Mahkemesi Savcısı Necip Ali, İstanbul'da bulunan Meclis Başkanı'na çektiği telgrafta, Millî Meclis'te üyeleri bulunan Terakkiperver Partisi'nin ileri gelenlerinin olayda asıl suçlu olduğunu açıklaması üzerine tutuklamalar Ankara'da da başlamıştı. Mustafa Kemal, 22 Haziran 1926'da millete hitaben yayımladığı bildiride, şahsına yapılan sevgi gösterilerinin, ulusun gizli politik düzenler karşısında ve inkılâplar açısından ne kadar uyanık olduğunu gösterdiğini açıklamakta ve teşekkür etmekteydi.94

Serbest Cumhuriyet Fırkası

Mustafa Kemal ile Ali Fethi (Okyar) Bey, Yalova'da yaptıkları konuşmalarda yeni bir fırka kurulması konusunda anlaşmışlardı. 7 Ağustos 1930'da Mustafa Kemal "Serbest Cumhuriyet Fırkası" kurması yolunda, Fethi Bey'in Atatürk'ün isteği ve izni bulunduğuna dair bir yazılı teminat istemesi üzerine, 8 Ağustos 1930'da yanında İsmet Bey de olduğu halde bu metni hazırlayıp verdi. Sonra, Fethi Bey ile Mustafa Kemal arasındaki yazışmalar açıklanıp, yayımlandı. 12 Ağustos 1930'da, Genel Başkan Fethi Bey, Genel Sekreter Nuri (Conker) Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdular. Bu parti, programında, cumhuriyetçi, milliyetçi, laik, esaslara bağlı olduğunu, anayasadaki hak ve özgürlükleri koruyacağını ilân ediyordu.

Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulduğu aynı tarihlerde, Edirne'de Türkiye Cumhuriyeti Amele ve Çiftçi Partisi, Adana'da Ahali Cumhuriyet Partisi kuruldu.

4 Eylül 1930'da İzmir'de parti teşkilâtını kurmak için Fethi Bey İzmir'e gitti. Oradaki halk gergin havanın etkisinde kalarak olaylara neden oldu. 14 yaşında bir öğrenci öldü. Serbest Parti milletvekilleri, İçişleri Bakanı'nın güven oyu aldığı 15 Kasım 1930 günü görüşmelerinden hemen sonra toplanarak, Parti'nin kaldırılmasına dair karar aldılar ve böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası 17.11.1930'da resmen kalktı. Böylece tek partili sisteme dönüldü.

Menemen Olayı

Menemen Olayı, gerici bir hareket olup din devleti kurulması amacı ile yapılmıştı. Olayın yaratıcıları, Manisa'daki dört günden beri toplandıkları Tatlıcı Mustafa'nın evinde, 6 Aralık 1930'da son defa toplanmışlar, nasıl silâhlanacaklarını hesaplamışlardı. Gece verilen karardan sonra bunların bir kısmı Paşaköy'e gitmişlerdir. Diğerleri arkadan gelecekti. Bozalan köyüne gelen asiler, iki hafta da orada kaldılar. 23 Aralık Salı gecesi yola çıkıyorlar.95

24 Aralık 1930'da Derviş Mehmet ve altı arkadaşı, Manisa üzerinden sabaha doğru dağ yolundan yürüyerek Menemen'e varır. Derviş Mehmed Menemen'de ilk gördüğü camiye girer ve oradaki bayrağı alır. Camide namaz kılan on beş kişiyle dışarıdakileri şeriat istemeye çağırır.

Hükümet olayı haber alır almaz Kubilay Bey'in kumandasında bir müfreze gönderir. Kubilay'ın asilere yapmış olduğu uyarı ve nasihatler bir işe yaramaz. Gözü dönmüş asiler tarafından Kubilay şehit edilir.96
Hükümetin yerinde müdahalesiyle ilk olarak Menemen'de şeriat isteriz diye ayaklananlardan 25 kişi, Manisa'da da 13 kişi tutuklanır. Hadisenin Menemen'de değil de Manisa'da hazırlandığı açıktı.
Kaçan iki kişi derhal ele geçirilir. 28 Aralık 1930 Pazar günü 7 Nakşibendi şeyhi ile 7 sivil daha tutuklanır.

Hükümet Menemen olayına büyük önem vermiş, gazeteler de bu olaya baş sayfalarında geniş olarak yer vermişlerdir. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Fahrettin Paşa bizzat Menemen'e gidip, olayı yerinde incelediler. Bu arada Menemen'de, Hoca Saffet, Balıkesir'de de Şeyh Halil geniş bir fesat çemberi hazırlamakla uğraşıyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa, olayın üzerinde titizlikle durmuş ve bunun Cumhuriyeti yıkmayı hedef tutan bir hareket olduğunu belirtmişti. Mustafa Kemal olaydan duyduğu üzüntüyü Erkânı Harbiye Reisi Mareşal Fevzi Paşa'ya bir mektup yazarak duyurmuş ve olayla bizzat ilgilenmişti.97

Menemen olayının yalnız Manisa ve Menemen'e sirayet etmeyeceği, Türkiye'nin her yerinden bu olayın yaratıcıları olduğunu hesaplayan ve buralardan da bu olayın hazırlanmasına yardım yapıldığını düşünen hükümet, çalışmalarını buna göre hazırladı. İlk olarak 31 Aralık 1930'dan başlamak üzere Menemen ve Manisa'da bir ay müddetle örf-i idare ilân eden hükümet yurt çapında çalışmalarına başladı.

Menemen Olayı, bütün yurtta üzüntü ve nefret uyandırdığından yurdun pek çok yerinde aydınlar ve gençlik el ele vererek Menemen Olayını protesto eden mitingler düzenledi. 31 Aralık 1930'da Darülfünûn (Üniversite) Meydanı'nda Menemen Olayı münasebetiyle heyecanlı ve coşkun bir miting düzenlendi.

Mitingde, Darülfünûn Emini Muammer Raşit (Sevig), Müderris Maslâhattin Âdil (Taylan) Bey, Maarif Emini Ali Muzaffer (Göker) Bey birer konuşma yaptılar. Binlerce öğrenci Darülfünün Meydanı'nda "hainleri tel'in ederiz, kahrolsunlar" diye bağırdıktan sonra Taksim'e hareket etmişler ve oradan da sükûnetle dağılmışlardı.98

Ankara'da, saat 14.00'te Kubilay için Ankara Türk Ocakları Merkezi'nde büyük bir miting düzenlendi. 3 Ocak 1931'de yapılan bu mitingden başka, aynı gün Konya, İnegöl, Bergama, Bursa, Balıkesir'de de mitingler yapıldı. İzmir Vilâyet Meclisi'nde de olayı meydana getirenler lanetlendi.99 5 Ocak'ta ise Rize'de bir miting düzenlendi.100 Hükümet olayla ilgili çalışmalarını genişletip, olayın nedenleri ve olaya sebep olanları araştırmaya başladı. Bu çalışmalar sonunda, Avukat Hasan Fehmi Bey tutuklanarak Menemen'e gönderildiği gibi, Menemen'de yeniden 22 ve Alaşehir'de 25 kişi yakalandı ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Ordu Müfettişi Fahrettin (Altay) Paşa Menemen köylerinde araştırmalara başladılar.101 Başvekil İsmet İnönü ve mebuslar, Menemen olayını lanetleyen konuşmalar yaparak olayın korkunçluğunu etraflıca ortaya koydular ve bu olayın suçlularının muhakkak cezalandırılacağını belirttiler.

Olayın suçluları teker teker yakalanırken, bu arada kaçmayı başaranlar da kaçtıkları yerlerde ele geçirilmeye başlandı. Gelibolu'ya kaçan Derviş Mehmed'in arkadaşı, Manisa'nın Horoz köyünden Florinalı, Naşit Gelibolu'da kaldığı evde yakalandı.
İnkılâpların tutması için hükümetin çok sert tedbirler alması olağandı. Bu yüzden hükümet Menemen olaylarının suçlularını en ağır şekilde cezalandırmak istiyordu. Bu yüzden kurulmuş olan "Divan-ı Harp", 2 Ocak 1931'de işe başlamış ve iki yüz kişiyi tutuklamıştı. Suçlular Menemen'de mahkemeye sevk edildi. 14 Ocak'ta suçlulardan yüz kişi mahkemece duruşmaya çıktı, fakat, hepsi suçu birbirinin üstüne atmaktan başka bir şey yapmadılar.

Bir yandan, Menemen olayının Divan-ı Harp'te suçluları hesap verirken, diğer yandan da gericiliği körükleyen yobazların bertarafı için de çalışmalar sürdürülüyordu. Bu konudan olmak üzere, 15 Ocak 1931'de Aydın'da fes ve sarık satan İsmail Hoca'nın malları zapt olunmuş, vesikasız imamlık yapan bir kişi adliyeye verilmişti.

Vekiller Heyeti, 31 Aralık 1930'da "Suçun Cumhuriyet'e karşı geniş kapsamlı bir düzene dayandığı hakkında kesin belgeler olduğu" gerekçesi ile Menemen ilçesi ile Balıkesir, Manisa merkez ilçelerinde sıkı yönetim ilân etti. Bu, Meclis'te kabul edildi ve hatta sonra bir ay daha uzatıldı.102 Menemen'de çok sıkı tedbirler alındı, sarıklı hiçkimse kalmadı ve 14 kişi daha tutuklanarak mahkemeye gönderildi. 19 Ocak 1931'de İstanbul'da üçü erkek ve biri kadın, İzmir'de bazı kişiler, İzmit'te bir hoca, Aksaray'da da müezzin Hayrettin tutuklanmıştı.103 İdama mahkum edilenlerden Erbilli Şeyh Esad'ın yaşı ilerlemiş olduğunda (65 yaşını tamamladığından) idamdan kurtulmuş, cezası hapse çevrilmiş ve Askerî Hastane'de ölmüştür.104

Menemen'de Divan-ı Harb'in yargılamaları sonunda 105 kişiden 27'si beraat etmiş, 30 Ocak 1931'de yapılan duruşmadan sonra 37 kişi idama mahküm edilmiş ve karar Meclis'in onayına sunulmuştu.105 31 Ocak 1931'de Divan-ı Harb-ı Örfi Müddeiumumî Muavini karar hâkimliğine karşı olayı baştan sona yansıtan ve suçluları, suçları tespit eden evrakı hazırlamıştı.106 İdam kararları suçlulara bildirilmiş ve Meclis kararı beklenmeye başlamıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi 2 Şubat 1931'de kararları kabul etti ve 3 Şubat 1931'de kararlar uygulandı. Menemen Olaylarının sorumluları sabaha karşı asıldılar. Derviş Mehmed Kubilay'ın şehit edildiği yerde asıldı. Kaçan bir mahküm ise daha sonra yakalandı.107

Menemen Olayı'ndan sonra artık inkılâplara engel olacak bir kuvvet kalmamıştı. Menemen Olayı'nın bu şekilde çok sert cezalar verilmek suretiyle kapatılması hükümetin inkılâp politikasına uygun düşüyordu. Türkiye'nin büyük çoğunluğu inkılâpları arzularken, birtakım gericilerin inkılâplar karşısında durması, hele şeriat fikri ile hareket etmesi muhakkak ki inkılâpları tehlikeye düşürürdü.
3. Ekonomik Gelişmeler
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonraki ilk yıllar içinde, malî yönden büyük sıkıntılar içinde bulunuyordu. Halkın vergi ödeme gücü zayıftı. Cumhuriyet hükümeti 17 Şubat 1925 günü bir kanunla aşar vergisini kaldırdı. Kökleri Ortaçağ'a kadar inen bu vergi pek çok suiistimalin kaynağı olmuştur. Aşar vergisinin kaldırılmasından sonra devlet tekel maddeleri, tütün, kibrit, alkollü maddeler vs. ile gelirini yükseltme yoluna gitti. Cumhuriyet hükümeti bu tedbirlerle köylülerin maddi durumuna destekçi oldu. 9 Aralık 1925'te, elbise, kumaş, başlık vb. eşyaları mensuplarına giydiren kuruluş ve şirketlerin bunları yerli kaynaklardan temini hakkındaki yerli malı kanunu ile yabancı sermayenin yurt içine girmesi önlenmiş oluyordu.

18 Mart 1926'da Karadeniz'in dağlardan aşağıya doğru alçalan kısmında kömür ve demir madenlerinin incelenmesi, araştırılması ve ilkel kuruluşların meydana getirilmesi için Demir Sanayii Kurulması Kanunu kabul edildi. Birkaç gün sonra da Petrol Kanunu, Veraset ve İntikal Kanunu çıkarıldı. 19 Nisan 1926'da Türk denizcilik ve deniz esnaflığı yapmak hakkını Türk bayrağını taşıyan deniz araçlarına ve Türk uyruklarına veren Türkiye Kıyılarında Deniz Taşımacılığı (Kabotaj) ve Limanlarla Karasuların içinde Sanat ve Ticaret Yapmak Kanunu çıkarıldı. Bir aşama daha yapılarak, Türkiye uyruğundaki şirket ve kuruluşların, bütün işlem, sözleşme, haberleşme, hesap ve defterlerini Türkçe tutma zorunluluğu kondu.

1926'da çıkarılan önemli bir kanun da, İstanbul ve ona bağlı yerlerdeki Balıkçılar Yardım Sandığı Kanunu'dur. Eskiden avlanmalar Padişah Buyruğu ile bazı kişilere verildiği halde, bu kanunla herkes bu haktan yararlanabilecekti. Bu arada, Kazanç Vergisi, Eğlence ve Hususî İstihlâk Vergisi, Maktu Vergi, Umümi İstihlâk Vergisi, Borçlanma, Şeker İnhisarı gibi maliyeyle ilgili kanunlar da çıkarıldı.108

1927 ve 1929'da topraksız köylüye toprak dağıtımı hakkında kanunlar çıkarıldı. Doğu illerinde büyük ölçüde dağıtımlar yapıldı. Böylece, hükümet, sosyal politikasına ek olarak 1925 ayaklanmasının önderliğini yapan, feodal aşiret şeflerinin güçlerini kırmak istiyordu. 1923 ile 1934 arasında 711.000 hektar toprak dağıtılmıştır.109

1929'da bütün dünyayı sarmış olan ekonomik bunalım, Türkiye'nin iktisadî ve sosyal gelişmesinde yeni bir devre açtı. İktisadî sıkıntının baskısı, Türk Devleti'nin gittikçe daha çok iktisadî eylem yapmasına neden oldu.

Kurtuluş Savaşı sırasında Bâb-ı Âli'nin yapacağı yeni emisyon, yani kâğıt para çıkarma işlemi satın alma gücünü, Marmara ve Ege Bölgelerinde yoğunlaştırarak, Kurtuluş Mücadelesi'nin Anadolu'daki kaynaklarına zarar verebilirdi. Millî Mücadele'de, para dolaşım hacminin değişmeksizin aynı noktada durma yani para basılmaması yararlı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet'e geçen banknot "kâğıt para-kaime" tutarı 158 milyon liradır. Atatürk zamanında, Merkez Bankası kurulurken, 6 tonluk küçük bir altın rezervini sağlamak için on milyon liralık kâğıt para çıkarılmıştır. Sonraki yıllarda, para çıkarımı 168 milyon liranın üzerine çıkarılmıştır.110 Bu da enflasyonu yani aşırı sayıda kâğıt para bollaşmasını ve para çıkarma işlemini önlemiştir. Böylece ekonomide düzenlilik sağlanmıştır.

Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 Mart 1922 tarihli Üçüncü Toplantı Yılında iktisadî görüşlere yer verdiği nutkunda, Osmanlı Devleti'nde, serbest ticaretin Tanzimat'la başladığını, ama Türk üreticisi ve tüccarının, yabancılarla eşit savaşım yapamadığını, kapitülasyonların millî ekonomiyi bağladığını, yabancı şirketlerin, teknik eleman ve sermaye gücüne sahip olduklarına değinerek, "Millî piyasada egemen duruma geçmelerine ve yeni gelişen ekonomiyi baskı altında tutmalarına göz yumulmayacaktı" demiştir.
17 Şubat 1923'teki, İzmir İktisat Kongresi'nde ise, gerileme ve çöküntü nedenlerinin iktisadî sorunlara bağlı olduğunu, çağın ekonomi devri olduğunu, ekonomiye bugüne kadar gerekli önemin verilmediğini, ekonominin herşey demek olduğunu belirterek "Tam bağımsızlık için şu kural vardır: millî egemenlik, malî egemenlikle desteklenmelidir. Bizleri bu hedefe götürecek tek kuvvet, ekonomidir" demiştir.111

Çağırılan iki bin temsilciden 1135'inin katıldığı İzmir İktisat Kongresi'nde, Millî Türk Ticaret Birliği, İzmir İktisat Kongresi'nde şu kararları aldırmıştı:

a) Tekel sisteminin kaldırılması, b) Gümrük himâyesi c) Millî bir banka kurulması d) Yabancı sermayenin memlekete zararlı olmayacak şekilde girmesi e) Kabotaj hakkının Türk gemilerine tanınması. Bunlardan yabancı sermaye konusuna, Mustafa Kemal açış konuşmasında "Yabancı sermayeye düşman olduğumuz sanılmasın. Memleketimiz geniştir. Çok sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza aykırı olmamak kaydıyla yabancı sermayeye güvence tanımaya hazırız" demiştir. Bu sermaye, özellikle petrol çıkarımında üstün araçlara sahip olan devletlerden alınmakla sağlanacaktır.

19 Eylül 1922'de Türkiye Millî İthâlât ve İhracat Anonim Şirketi'ni, 54 milletvekili, 37 tüccar ve yüksek dereceli memurlar kurmuştu. Bu tarihte, İstanbul Tramvay İşletmesi, Tütün Tekeli, Telefon İdaresi, Bomonti Bira Fabrikası yabancı şirketlerde idi. Feshâne, Beykoz ve Bakırköy'de bulunup, devletindi. 1924'te yabancı sermaye denetiminde 7 demiryolu şirketi, 6 maden imtiyazı, 23 banka, 12 sanayi teşebbüsü, 35 ticaret şirketi, 11 belediye imtiyazı bulunuyordu.112 1924'te bankalarda para azdı. Sermaye ve tasarruf birikimi zayıftı. Sanayici yok denecek kadar azdı.

1923'te çıkarılan yasa ile Ziraat Bankası, dışardan çiftçiye gümrüksüz makine dağıtımı kararını almıştı. Tarımsal krediyi sağlarken, sermayesini 1930'da 35.715 bin liraya yükseltildi. Bir yasa ile, "İtibarî Ziraî Birliği"ni 21 Nisan 1924'te kurmuş ve bu sonraki Tarım Kredi Kooperatiflerinin "ortaklarının" öncüsü olmuştur. İstanbul, buğdayının Trakya ve Orta Anadolu'dan sağlayamadığı kısmını ithalâtla karşılıyordu. Tarih boyunca Osmanlılar döneminde İstanbul'un buğday gereksinimi bir türlü sağlanamadığı gibi, İmparatorluğun pekçok yerinde hububat sıkıntısı çekilmişti. 1923'te 11 milyon 621 bin lira tutan buğday ithâlatı, 1927'de 971 bin liraya düştü. 1930'lardan sonra ise, buğday ithalâtı kalmadığı gibi, ipekliler bile dışarıya ihraç olunmaya başlandı. 1922-1927 arasında tütün üretimi 20.544 tondan 64.393 tona, üzüm 37.400 tondan 40.000 tona çıktı. İncir ise 28.200 tondan 23.000 tona indi. Diğer mallarda ise üretim alanında büyük artış oldu. 1925 bütçesiyle yetki alan Hükümet, köylüye toprak dağıttı. Bunun ücreti 20 yılda ödenecekti. Bu arada, millîleştirilme dönemine gidildi. 1924'te bazı demiryolları, Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı'nın satın alınması, 1925'te Reji (Tütün) yönetimi, 1928'de Anadolu ve Mersin-Tarsus-Adana demiryolu ile Haydarpaşa Limanları Şirketi, 1931'de Mudanya-Bursa, 1933'te İstanbul Su Şirketi, 1933'te İzmir Rıhtım Şirketi, 1934'te İzmir-Afyon ve Manisa-Bandırma hattı, İstanbul Rıhtım, Dok ve Antreposu, 1935'te Aydın Demiryolu, 1936'da İstanbul Telefon Şirketi, 1937'de Ereğli Şirketi (Liman-demiryolları), 1937'de İzmir Telefon, 1938'de Üsküdar ve Kadıköy Türk Anonim Şirketi, Elektrik Şirketi, 1939'da İstanbul Tramvay, Tünel, Ankara Elektrik, Havagazı şirketleri, Adana Elektrik, Bursa ve Müttehit Türk Anonim Şirketleri, Mersin Elektrik millîleştirildi. Zonguldak Kömür İşletmeleri, 1940 yılına kadar Türk, Fransız ve İtalyan işletmeleri ile İş Bankası'nca birlikte işletiliyor idi. 1940'ta devletleştirilip, Etibank'a bağlandı.113 Görülüyor ki, Atatürk devri devletçilik siyasetî, henüz 1923'te başlamış olmasına karşı, büyük bir hızla pek çok işletme ve kurum devletleştirilmiştir.
1923 Şubatı'nda, Mustafa Kemal "Türkiye ve Rusya arasında iç rejimler açısından ilişki ve benzerlik söz konusu olamayacağını" kesinlikle belirtmişti. O, çiftçi, tüccar, sanayici ve işçinin devletle iş birliği halinde başlatacağı seferberliği düşünüyor idi. Ticareti yabancılara bırakmamak gerektiğini savunuyordu.

Sanayi ve madencilikte üretim artmakla birlikte, gerçek anlamda sanayileşme hareketi başlatılamamıştı. 1929 Alî İktisat Raporunda, dışarıya ham madde yerine, işlenmiş eşya satılması en fazla tüketilen malların yurtta yapılması savunulmuştu. Üretim artar ve gelirler yükselirken, ithal maddelerinin isteği de arttı. Ancak, bunlar 1923'ten 1932'ye kadar olan sürede çok gerilemiştir. Örneğin, Sabun ithali 1929'da 675.000 kg'dan 1932'de 25.000 kg'a inmiştir. 1929-1934 yıllarında ihracat, 669 bin tondan 1 milyon 637 bin tona yükseldi. Miktar yönünden sağlanan büyük artışa karşılık, fiyatlar düştüğü için, döviz geliri 155 milyon liradan 92 milyon liraya düşmüştü. İhracat fiyatları, yarıdan fazla düştü.

Daha az dövizi, daha çok mal vererek elde eder duruma düştük. 1922-1 925 arasında üç yıllık fiyat artış oranı % 12,5, 1925-1927 arasında % 2 idi. 1924-1929 arasında hazinenin elinde para değerinin düzenliliğini koruyabilecek yeterli altın ve döviz rezervi yoktu. Ancak, zaferin kazandırdığı prestij kambiyo piyasasını etkilemekteydi. 1919'dan bu yana memleketi enflasyonsuz yöneten M. Kemal, Başvekilin para çıkarma isteklerini hep geri çevirdi. 1931'de 6 ton 127 kilo olan altın rezervleri, 1937'de 26 ton 107 kiloya yükseldi. 1938 Türkiyesi'nde açlık yoktu. Yoksulluk eskisi kadar değildi. Millî gelirin % 47,4'ü tarımdan, % 11,2'si imalat sanayiinden, % 4,6'sı inşaattan, % 10,2'si ticaretten ve % 4,1'i serbest mesleklerden sağlanıyordu.

1923'ten 1930'a kadar gümrük istatistiklerine bakacak olursak ithalâtımızın ihracatımızdan fazla olduğu görülür. Bunun sebebi, taşıma araçlarının kıt oluşu ve fabrikaların bulunmayışıdır. Gemi sayısı azdır. Bu yüzden 1931'e kadar, inşaat kerestesi, çam, çimento, taş, alçı, madeni makineler, vapurlar, vagonlar, arabalar için Türk Lirası olarak 376.865.000 lira ödenmiştir. Ama, kumaş, deri, şeker, çimento, çivi ve cıvata ithalâtında 1924'te 87.297.438 TL'si, 1932'de 23.746.428'e inmiştir. 1923'te 368 milyon kilo ihracat 1931'de 667 milyona yükselirken, aynı tarihlerde 1924 497 milyon olan ithalât milyon kiloya inmişti. Üstelik bu tarihlerde bütün dünyada ekonomik bunalım kendini iyice hissettirmekteydi.
1902 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nda birkaç bira fabrikası, 1500 kadın ve 500 erkek amelenin çalıştığı Hereke, Zeytinburnu'nda barut ve fişek, Beykoz'da askerî gereksinimler için Tabakhâne, Bursa'da ve Haliç'te kumaş yapan Feshâne, bunların dışında Karamürsel ve birkaç ipek fabrikası dışındakiler hep yabancıların elindeydi. Cumhuriyet Türkiyesi'nde, sanayi inkılâbı 1927'den itibaren başlar. 1927'de 197 olan fabrika sayısı 1933 sonlarında 3000'i aşmakta idi. 1930'da yün mensucat 1.680.000 metre iken, 1932'de 2.200.000 metreye yükselmiştir. Çimento yapımı ise, 1925'te 6.841 ton iken 1931'de 100.435'e yükselmiştir. 1924-1932 arasında Kırıkkale civarında kurulan fabrikalar ile sanayi yükselmiştir. 1926'da 62.971 ton şeker ithal edilirken 1932'de bu 29.336 tona düşmüştür. Alpullu Şeker Fabrikası 1928'de eklediği fabrika ile her sene üretimi artırarak ispirto yapmayı başarmıştır. 1928'de 414.926 litre olan ispirto üretimi, 1932'de 1.613.348'e yükselmiştir. Havza'da 1923'te 583 ton kömür çıkarılırken bu 1932'de 1.200.699'a yükselmiştir. Zonguldak'taki 63 ocağın sermayesi ile Kilimli, Kozlu'nun sermayeleri yükseltilmiştir.

1933 yılına kadar olan dönemde petrol araştırmaları da yapılmıştır. Ruslar Van Gölü'nün doğusunda Kürzot Köyü'nde on kuyu açmışlar ve sonra bunlar üzerinde çalışılmıştır. Özellikle, büyük masraf isteyen petrol araştırmalarının yabancılara verilmemesine özel bir çaba harcanmıştır. Ergani Bakır Şirketi'nin sermayesi 3.000.000 Türk Lirası olup, yarısı Türklere aittir. Maden üretimi de diğer üretimlerdeki gibi büyük bir artış göstermiştir.114

Memleket, büyük bir savaştan çıkmış, Düyün-ı Umümiye yönetiminin borçlarının faizlerini dahi ödeyemeyecek durumda ve bütün sanayi gereksinimini dışarıdan sağlarken, üretici duruma geçmişti. Elde yalnız birkaç fabrika varken, süratle fabrikalılaşmaya yönelinmiş, bankacılık ve kooperatifçiliğe, çağdaş sanayi usüllerine başvurulmuştu. Devletin yapmış olduğu demiryolları, satın aldığı ve devletleştirdiği şirketler ile halk hizmeti özel sektörden değil devletten sağlanır olmuştu. Durumu çok iyi olmamasına karşın, halk ilerlemeye gidildiğini görüyordu.

Hükümet ekonomik bunalıma karşı en iyi tedbirin milletçe fedakârlığa katlanmak olduğu kanısını taşıyordu. Bu yüzden yeni vergiler getirildi. 27 Haziran 1931'de Arazi Vergi Kanunu, 4 Temmuz 1931'de Bina Vergisi Kanunu, 6 Temmuz 1931'de Hayvanlar Vergisi Kanunu, 21 Temmuz 1931'de Muamele Vergisi Kanunu çıkarıldı. İktisadî sıkıntıyı önlemek için İktisadî Bunalım Vergisi de konulduğu gibi, 12 Aralık 1931'de gereksiz harcamalardan kaçınmak için Tasarruf Haftası başladı.115

 Düyün-ı Umümiye Sorunu

Türkiye Cumhuriyeti'ni uğraştıran önemli bir mesele de "Düyün-ı Umümiye" Genel Borçlar sorunuydu. Abdülmecid zamanında başlayan borçlanma yüzünden Osmanlı Devleti iktisaden çökmüş idi. Ankara Hükümeti kurulduğunda 161.303.833 liralık genel borçla karşı karşıya kalmıştı. Lozan Konferansı'nda, borçların İmparatorluğun hâkimiyetinden çıkan tüm yerlere bölüştürülmesi kararı kabul edildi. Lozan Antlaşması'nın yürürlüğe girdiği tarihten sonra, 1 Temmuz 1925'te, Fransız Dış İşleri Bakanlığı'nda toplanan komisyon, Türkiye'nin payına 107.528.461 lira borç ayırmıştı. Bu konularda yani Türk Hükümeti'ne geri verilmesi gereken ve Türk Hükümeti'nin ödemeye zorunlu olduğu borçlar konusunda 14.12.1932'de Prensip Uzlaşması, daha sonra 1928 sözleşmesi imzalanmış ve Türkiye'nin payına düşen borç 8.578.343 altın lira olmuştu. Bu konuda, 22.4.1933'te Türk delegesi ile senetleri ellerinde olan temsilciler arasında anlaşma yapılmıştı. Cumhuriyet Hükümeti bunları taksitle ödemeye devam etmekteydi.116

Kadro Hareketi

Ekonomik bunalıma çare bulmak için Türkiye'deki aydınlar da çaba sarfetmekteydiler. 1932 ile 1934 arasında yayımlanan Kadro dergisinde, diplomat ve romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve pek çok yazar bulunmaktaydı. Kadro dergisinde yazı yazan bu gruba mensup kişiler, iktisadî ve sosyal sorunların açık sözlü tartışmasını yapıyorlar, bazı teklif edilen çözümleri ortaya koymak için girişimlerde bulunuyorlardı. Fakat, Dergi'nin nazikçe yasaklanması ve başyazarının elçi olarak Arnavutluk'a sürülmesi çalışmaları büyük ölçüde etkiledi.

Devletçilik

Özel teşebbüsün ya şüpheli görüldüğü ya da yetersiz olduğu bir ülkede devletçilik, millî gelişme ve güvenlik adına, endüstri çalışmalarının öncüsü ve yöneticisi oldu. Cumhuriyetin ilk on yılında, özellikle demiryollarının artırılmasında ve tütün, kibrit ve alkol tekellerinin örgütlenmesinde bazı girişimlere geçilmiş bulunuluyordu. 1934'ten 1939'a kadar uygulanan ilk beş yıllık Türk Plânı büyük bir gelişmeyi hedef tutuyordu. Türk resmî raporunun deyimiyle "Programın ana hatları ve tasarlanan endüstrilerin kapsamı, sadece ülkeyi kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yetenekli kılmak arzusuyla belirlenmişti". Bütün kusurlara karşılık, plânlar, Türkiye'nin sanayi üretimini 1927 ile 1939 arasında dünya üretimine göre, %14'ten %23'e çıkarmayı başarmıştır.117

Bankalar

Tezgâh devrinden süratle makineleşmeye geçilirken, 29 Ağustos 1924'te İş Bankası, Atatürk'ün adını vermiş olduğu Etibank 14 Haziran 1935, Sümerbank ise, ondan daha önce 3 Haziran 1833'te kurulmuş, Denizbank ve diğer bankaların kurulmasında devam olunmuştu. Devlet sermayesi ile bir bankanın kurulması ilk defa düşünülerek 1926 yılında 20 milyon itibarî sermayeli "Emlâk ve Eytam Bankası" çalışmaya geçirilmiş, sonra bu banka 1946 Haziranı'nda 100 milyon itibarî sermaye ile "Türkiye Emlâk Kredi Bankası" olarak çalışmalarına devam etmiştir. Mithat Paşa'nın kurmuş olduğu Ziraat Bankası'na ağırlık verilmiş 14 Haziran 1937'de Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası Kanunu kabul edilmişti. 8 Haziran 1933'te Halk Bankası kurulduğu gibi, 10 Haziran 1933'te Osmanlı Bankası'nın imtiyaz süresi 1952'ye kadar uzatılmıştı. Daha sonra bankaların açılmasına hız verilmişti.

Sanayideki Gelişim

1942 yılında savaş nedeni ile ekonomik sıkıntılara girilmişti. Büyük bir bunalım vardı. 13 Ocak 1942'de ekmeklik hububat ve ekmek tüketimi sınırlandı, bazı yiyecek maddelerine ve yiyecek maddeleri taşıyan taşıtlara Doğu'da el kondu. 22 Ocak 1942'de şekere, 7 Şubat 1942'de hububata, 18.3.1942'de çay ve kahveye zam yapıldı. Bu ve bunun gibi pek çok düzenleme yapıldı. Savaş sonunda sıkıntılar giderildiğinden normal hayata dönülecekti. Bütün bu sıkıntılara karşılık savaş dışında kalmakla beraber, savaş ekonomisinin içeri girildiğinden, bütün dünyada sıkıntı olduğundan Saraçoğlu Hükümeti 5 Ağustos 1942'de güven oyu aldı.118

Cumhuriyet döneminde sanayinin hızla gelişmesine de önem verilmişti. 1915'te 264 olan sanayi kurumları, 1938'de 1.394'e yükseldi. 28 Mayıs 1927'de Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun kabul edilmesiyle sanayi adamlarının harekete geçmesi hızlandırıldı. Bu arada İzmit'teki kâğıt fabrikası ile Karabük'te Ereğli Demir Çelik fabrikaları devletçe açıldı. Maden Tetkik Arama Enstitüsü kurularak Türkiye'deki maden araştırmaları hızlandırıldı. Özel teşebbüsün açtığı fabrikalar ise, özellikle 1940'lardan sonra artmaya başlamıştı. 1927'ye kadar açılmış fabrikaların sayısı 470 iken, 1927'den 1931'e kadar olan sürede açılan fabrikaların sayısı 1988'e çıkmıştır. 25 Haziran 1937'de "Âli İktisat Meclisi Teşkili Hakkında Kanun" kabul edilmiş, Âli İktisat Meclisi, 4 Aralık 1928'de İktisat Bakanı Rahmi Bey'in söylevi ile açılmış ve her yıl belirli zamanlarda toplanıp çalışmaya başlamıştır. Avrupa'nın ve Amerika'nın önemli iktisadî merkezlerinde ticaret mümessillikleri kurulmuştu.
3.6. Ziraat Sahasında Yapılan Yenilikler
Aşarın kaldırılması, köyleri merkeze bağlayan yolların yapılması, köy okullarının artması, sıtma savaşı, Osmanlı döneminde köylüye düşen genel vergi miktarının %40'tan %11'e indirilmesi, Köy Kanunu, işleyecek tarlası olmayan köylüleri toprak sahibi yapma işlemleri, hep Atatürk'ün 1 Mart 1922 söylevinin gerçekleşen sonuçlarıdır. Bataklıklar kurutuldu. Büyük Menderes'te sulama projesi yapıldı.

Ziraat işlerinin düzene konması için, 17 Haziran 1927'de "Ziraat Tedrisatı'nın İslahı" adlı kanun kabul edildi. 20 Haziran 1927'de "Ziraat ve Veteriner Enstitüleriyle Yüksek Mektepler Kurulması'na ve Ziraat Öğretiminin Düzeltilmesi'ne Dair Kanun", Ankara'da mükemmel laboratuvarlara sahip Yüksek Ziraat Enstitüsü'nün 30 Ekim 19333'te törenle açılması ve Yüksek Baytar mektepleri ve enstitülerin kurulması ve Avrupa'ya ziraat öğrencisi ve öğretmenlerinin gönderilmesi zirâi alanda gelişmeyi artırmak için yapılan teşebbüslerdi.

29 Aralık 1931'de Ziraat Bakanlığı kurulurken, aynı sene Tarım Bakanlığı da kurulmuştu. 1889'da kurulan Ziraat Bankası'nın, 1921'de 11.5 milyon olan sermayesi 1931'de 26 milyona yükseltildi.

Bu çalışmaların amacı köylünün ziraatini geliştirmek oluyordu. Bu bakımından 1924 ile 1931 arasında daha pek çok teşebbüse girişilmiştir. Bu amaçla 1924'te Ziraî İtibar Birlikleri Kanunu çıkarıldıktan sonra, 1929'da köylüye kredi sağlamak için bu birliklerin daha kolay gelişmesini sağlayacak "Ziraî Kredi Kooperatifleri Kanunu" (1 Haziran 1929) çıkarıldı. 7 Haziran 1926'da köylünün daha iyi hayvan yetiştirmesini sağlamak amacı ile "Hayvan Islahı Hakkında Kanun" çıkarıldı.
5 Mayıs 1925'te, şimdiki Gazi Mahallesi yanındaki bir bozkır parçasına çadır kurularak iki traktörle şimdiki Atatürk Orman Çiftliği'nin kurulmasına başlandı. Altı yıl geçmeden dikilen ve tutan iki milyona yakın ağacı ile "Orman Çiftliği" ortaya çıktı.

1930 yılında pirinç ziraatini düzenlemek için altı çeşit çeltik tohumu getirildiği gibi, Orta Anadolu'da Yonca Tohumu Temizleme Kurumu açıldı. 1926 ile 1931 arasında traktör kullanan çiftçileri korumak için kanunlar çıkarıldığı gibi, kredi kolaylıkları da gösterildi. İklim şartlarını zamanında öğrenmek için 100 bölgede meteoroloji istasyonları açıldı.

Köylünün fazla ürününü alıp, depolamak için 24 Haziran 1938'de Toprak Mahsulleri Ofisi kurulması ile bir refahlık sağlanmıştı.

22 Nisan 1940'ta kurulan köy enstitüleri, Türk köylerinde büyük bir aşama meydana getiriyordu. Kanunun bu tarihte kabulünden sonra köy enstitüleri açılacaktı. 14 Mayıs 1945'te Halk Partisi'nin Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu 11 Haziran'da uzun görüşmelerden sonra kabul edildi.119

16 Şubat 2016 Salı

Soğuk Savaş Yaklaşırken Ülke Gündemi

ÜLKE GÜNDEMİ- TÜRKİYE

14 yıldır bu ülkeye bela olanlar şimdi de ülkeyi savaşa sokma peşindeler. Yandaş gazete yazarları ve TV program soytarıları tarafından Rusya' ya ve Suriye' ye her gün savaş ilanı yapılıyor. Bu sülük yazar ve aydın görünümlü cahil TV soytarılarının aldıkları paralarla bunları yazıp çizdikleri ve savaş durumunda fareler gibi kaçacak delik arayacakları aşikar. Tek dertleri aldıkları emir doğrultusunda ülkeyi savaşa hazırlamak ve ülke içi nabız yoklaması yaparak Uzun deliye verileri sunmak!

Gerçek şu ki; soğuk savaşın eşiğindeyiz ve bu gerçek gizleniyor ! Dolaylı yollardan insanlara nabız yoklamasıyla sindire sindire ama aynı zamanda da bizleri enayi yerine koyarak günü gelince tepemizden füzeler uçmaya başladığında anlatacaklar... Savaş başladı!


Tüm Avrupa da taraflı tarafsız bütün yazarlar, düşünürler ve siyaset bilimcileri Ukrayna krizi ile soğuk savaşın yeniden gündeme geldiğini tüm dünyaya açıklamışlardı. Merkel de bu yüzden iki de bir Türkiye' ye geliyor zaten, Uzun Deli yandaşları her defasında para için geldiğini sanıyor, soğuk savaş tuzağı kapanına düşmüş cahil sürüsü... Oysa AB 'yi savaş alanı dışında tutabilmek için ve Suriye' li mültecileri AB ye girmesini engellemek için uğraşıyor verilen paralar zaten bunu açıkca ortaya koydu.
Suud jetlerinin gelmesiyle de savaş hazırlığının adımlarını yavaş yavaş atmış oluyorlar kendilerince, Ordusu iftiralarla dağıtılmış Uzun Delinin Türkiye' si aynı anda Rusya, Suriye ve İran'la savaşabileceğini sanıyor ve meclise gönderilmek üzere teskere hazırlığı yapıyor. ABD piyonu Uzun Deli kendi düştüğü ateş çemberinin içine Türkiye Halkını sokma peşinde, umarım başaramaz ama durum sanıldığında da vahim... 

TBMM 1950' ler den beri ABD' nin haremi haline geldi. Genelkurmay başkanı dahi NATO' cu generallerden oluyor. Seçimlerde seçmenin %99'u ABD yanlısı partilere oy veriyorsa bunun sorumlusu da bellidir. Tek sloganla halka seslenin "Seçimlerde Oy'unuzu TBMM dışındaki partilere verin" denmelidir. İnsanlar siyasi tercihlerini değiştirmezse, ABD' ci parti liderlerinin saltanatı hüküm sürer, seçim barajları kalkmaz, siyaset paralı olmaya devam eder, ülkenin her yeri satılır ve savaş kaçınılmaz hal alır.
Saygılarımla...

13 Kasım 2015 Cuma

Osmanlı'nın En Büyük Toprak Kaybı '' II.Abdülhamit ''

     II.ABDULHAMİT

Osmanlı'nın En Büyük Toprak Kaybı 

       II. Abdülhamit'in hiç toprak kaybetmediğine dair bir yanılgı var. II.Abdülhamit 1876 yılında tahta oturmuştur ve 1909 yılına kadar tahtta kalmıştır.Şimdi o dönem içerisinde Osmanlı Devletinin kaybettiği topraklar var mıydı bir bakalım?

BERLİN KONGRESİ VE BERLİN ANTLAŞMASI (1878)


Kongreye Katılan Devletler: Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, İtalya ve Almanya.

NOT: Bu sırada İngiltere, Osmanlı Devletine KIBRIS'ın kendisine bir ÜS olarak verilmesi durumunda kongrede Osmanlı Devletini savunacağını söyledi. Osmanlı İngiltere'nin bu isteğini kabul etmek zorunda kaldı.

BERLİN ANTLAŞMASININ MADDELERİ (1878)

1) Ayestefanos Antlaşmasıyla kurulan BULGAR KRALLIĞI üçe ayrıldı:

a) Asıl Bulgaristan: Osmanlı Devletine vergi veren bir prenslik haline getirildi.
b) Makedonya: Islahat yapılmak şartıyla Osmanlıya bırakıldı.
c) Doğu Rumeli: Osmanlıya bağlı kalacak, ancak hristiyan bir vali tarafından yönetilecek.
2) Sırbistan, Romanya, Karadağ bağımsız olacak.
3) Bosna-Hersek Osmanlı toprağı sayılacak, yönetimi geçici olarak Avusturya'ya bırakılacak.
4) Kars, Ardahan ve Batum Ruslara, Doğu Beyazıt Osmanlı'ya verilecek.
5) Teselya Yunanistan'a verilecek.
6) Ermenilerin oturduğu yerlerde ve Girit adasında ıslahatlar yapılacak.
7) Osmanlı Rusya'ya 60 milyon altın savaş tazminatı verecek.

BERLİN ANTLAŞMASI SONRASI GELİŞMELER:

1) KIBRIS'IN İNGİLİZLERE ÜS OLARAK VERİLMESİ 

Berlin kongresi sırasında Osmanlının çıkarlarını savunması karşılığı İngiltere'ye Kıbrıs'ta üs kurma sözü verilmişti. Berlin Antlaşmasından sonra KIBRIS üs olarak İngilizlere verildi. (1878)

NOT: İngiltere böylelikle Süveyş kanalını kontrol etme imkanına kavuşmuştur. Osmanlının I.Dünya savaşına girmesiyle İngiltere, Kıbrıs'ı toprakların kattığını açıkladı.


2) DÜYUN-U UMUMİYE İDARESİNİN KURULMASI(1881)

Osmanlı Devleti dış borç ve faizlerini ödeyemeyince alacaklı devletler bu idareyi kurmuşlardır. Bu idare dış borçları doğrudan toplamak suretiyle kurulan yabancı bir mali kontroldü. Bu da Osmanlı Devletinin ekonomik bağımsızlığına gölge düşürmüştür.

3) TUNUS'UN FRANSIZLAR TARAFINDAN İŞGALİ(1881)

Fransa'nın Tunus'u işgalini Osmanlı Devleti sadece protesto edebilmiştir. (Fransa hatırlanacağı gibi 1830 yılında da Cezayir'i işgal etmişti.)

4) MISIR'IN İNGİLİZLER TARAFINDAN İŞGALİ(1882)

İngilizler Süveyş Kanalının açılmasıyla önemi daha da artan MISIR'ı 1882'de işgal ettiler.

5) DOĞU RUMELİ'NİN BULGAR PRENSLİĞİ İLE BİRLEŞMESİ (1885) 

Doğu Rumeli Bulgar'larının Bulgar Prensliği ile birleşmek için ayaklanmaları sonucu yapılan görüşmelerde Osmanlı Devleti bu bölgenin Bulgar Prensliğine bağlanmasını kabul etti (1885)

6) GİRİT SORUNU VE OSMANLI-YUNAN SAVAŞI

Yunanistan'ın Giritin iç işlerine karışması ve burada çıkan ayaklanmayı desteklemesi sonucu OSMANLI-YUNAN savaşı çıktı. Yapılan DÖMEKE MEYDAN SAVAŞINI kazanan Osmanlı kuvvetlerine Atina yolu açıldı. Ancak Avrupa Devletlerinin müdahale etmesi üzerine İSTANBUL ANTLAŞMASI imzalandı. (1897) Buna göre Girit'e özerklik verilmiş, ayrıca yönetimi Yunanlı bir Prense verilmiştir.

NOT: Bu antlaşma ile Giritin yönetimi elimizden çıkmış, II.Meşrutiyet sırasında Girit Yunanistan tarafından işgal edilmiş,Balkan Savaşı sonucu imzalanan Atina Antlaşmasıyla da Girit'in Yunanistan'a ait olduğu kabul edilmiştir.

7) BOSNA HERSEK'İN AVUSTURYA'YA BAĞLANMASI(1908)

Berlin Antlaşmasında Bosna Hersek'in yönetimi geçici olarak Avusturya'ya bırakılmıştı. II. Meşrutiyetin ilanı sırasında Avusturya Bosna-Hersek'i topraklarına kattığını açıkladı. Osmanlı bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.

8) BULGARİSTAN'IN BAĞIMSIZLIĞINI KAZANMASI(1908)

II.Meşrutiyet'in ilanı ile oluşan karışıklıklardan yararlanan Bulgarlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Rusya'nın araya girmesiyle Osmanlı Devleti bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.

Durum böyledir arkadaşlar, yani bazılarının II.Abdülhamit döneminde Osmanlı Devleti toprak kaybetmemiştir sözleri bir yanlıştan ibaret olarak kalıyor, hatta Osmanlı Devleti tarihinin en büyük toprak kaybını yaşıyordu.


Fatih BAYRAKOĞLU

Twitter:@fbayrakoglu