Medeni Kanun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Medeni Kanun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2018 Salı

Atatürk Dönemi Yapılan İnkılaplar İsyanlar Kanunlar ve Gelişmeler -2


  
Şapka, Kılık-Kıyafet İnkılâbı

Mustafa Kemal, 1925 Nisanı'nda Büyük Millet Meclisi tatile girince, düşündüğü inkılâbı gerçekleştirmek için, yurt gezisine çıktı. 24 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya hareket etti. 25 Nisan 1925'te, önce hastaneye, sonra kütüphaneye gitti. İlk defa gittiği kışlada ise Mareşal üniformasını giydi. Kütüphanede yalnız din adamlarının sarık giymesini belirterek "yetkisi olmayanlara sarık sardırılmamalı, yetkisi olanlar da ancak görevlerini yaparlarken sarmalıdırlar" dedi. Esnaflarla yaptığı konuşmada ve valilikte memurlarla yaptığı konuşmalarda kılık konusuna değindi. 25 Ağustos 1925 günü geç vakit İnebolu'ya geldi. 27 Ağustos günü, İnebolu'da halka hitaben yaptığı konuşmada "Bizim kıyafetimiz millî midir?" diye sorunca "Hayır" sesleri duyuldu. 29 Ağustos 1925'te yaptığı konuşmada tutumunu belli etmiştir.
Mustafa Kemal gittiği her yerde, Çankırı, Ankara, Balıkesir, Akhisar, Kemalpaşa, Konya'da yaptığı konuşmalarda kıyafet konusuna değindi. Vekiller Heyeti, 2 Eylül 1925 memurlara şapka giydirilmesi hakkında kanun niteliğinde kararlar vermişse de, Mecliste Vekiller Heyetinin buna hakkı olmadığı, bunun Anayasa'ya aykırı olduğu yolunda itirazlar olmuştu. Sonuçta Şapka Giyilmesi Hakkında 657 Sayılı Kanun, 25.11.1925'te kabul edildi.22
2 Eylül 1925'te, dinî makamlarda bulunmayan kişilerin dinî kıyafet ve işaret tanıması yasaklandı. 1934 Aralığı'nda bir kanunla, hangi dinden olursa olsun, ruhanîlerin ibadet yerleri ve dinî törenlerin dışında dinî kıyafet giymeleri yasaklandı.

Osmanlı Saltanatı'nda iş başında olan hâkimlerin çoğu okullardan yetişmeyen kişilerden oluşmaktaydı. Bu yüzden Yeni Türk Devleti, bir taraftan yeni kanunlarla çağdaşlaşma çabasını sürdürürken, diğer taraftan da bunları kavrayabilecek bir hukukçu nesli yetiştirmeyi düşünüyordu. Anadolu'nun ortasında bir üniversite ve buna bağlı bir hukuk fakültesi kurmak millî devletin önemli emellerinden biriydi. Bunun için 1922 bütçesine gerekli ödenek konmuştu. İstanbul'daki İstanbul Hukuk Fakültesi'nin yetiştirdiği hukuk adamları bütün Türkiye'ye yetmemekteydi. 5 Eylül 1925'te Ankara Hukuk Mektebi Mustafa Kemal'in başkanlık ettiği bir toplantıda konuşmalardan sonra merasimle açıldı. Diğer taraftan Adliye Bakanlığı'nın koyduğu esaslar içinde hukuk bilginlerinden kurulu heyetler, yeni kanunları hazırlamaya çalışıyorlardı.

Hâkimlerin ve bütün hukuk görevlilerinin fesli, sarıklı, cüppeli, setreli ve şalvarlı, pantolonlu karmakarışık giysileriyle gülünç bir manzara göstermesi dikkatleri çekmekteydi. 3 Nisan 1924 tarihli kanunla buna son verildi. Bir kıyafet düzenlemesi ile hukukla ilgili kişilerin giyecekleri resmî kıyafetler ayrı ayrı düzenlendi.


   Tekkelerin, Türbelerin, Şeyhliklerin, Zaviyelerin, Dervişliklerin Kaldırılması: 2 Eylül 1925

Memlekette, ölmüş bazı kimseler daha sonra peygamber gibi gösterilmekte ve bunlar için yapılan türbeler, bazıları için geçim kaynağı olmaktaydılar. Halk türbelerden çağdışı inanışlarla mucizeler beklemekteydi. Gazi Mustafa Kemal, İnebolu'dan Kastamonu'ya dönüşünde, 30.8.1925'te şöyle diyordu: "Ölülerden medet ummak medenî bir cemiyet içindir... Mevcut tarikatların gayesi kendilerine tâbi olan kimseleri dünyevî ve manevî olan hayatta saadete mazhar kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün şümulüyle medeniyetin parlak ışıkları karşısında filân veya falan şeyhin irşadı ile maddî, manevî saadet arayacak kadar iptidâi insanların Türkiye medenî camiasında mevcudiyetini asla kabul etmiyorum" demekteydi. 31.8.1925'te, Gazi Mustafa Kemal, hoca ve imam gibi görevlere haiz olmayanların giydiği kıyafetler ile de ilgili olarak, Ankara'ya dönüşünde Çankırı'da İskilip halk heyetleri ile konuşmasında "... yalnız bir Diyanet İşleri Reisliği ve buna mensup müftü, imam ve hatipler vardır. Bu sınıfa ait kıyafeti tanırız. Bu işlerle muvazzaf olmayıp da hariçte kalanların aynı kisveyi giymeleri doğru değildir. Bu gibileri kimse tanımaz ve kabul etmez."

Nihayet, 30 Kasım 1925 tarihli bir kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır.23

1938'de çıkan Cemiyetler Kanunu'yla din, mezhep ve tarikata dayanan cemiyetlerin kurulması kanunsuz sayılmıştır. Din propagandası yapma amacı ile siyasî parti kurulması da kanunsuz sayılmıştır. 1926 Ceza Kanunu'nun 163. maddesiyle dini siyaset aracı olarak kullanma eylemi yasaklanmıştır. Aynı kanunun 241. maddesi din görevlilerinin görevlerini yaparken devlet kanunları ve nizamlarına karşı söylev ya da dinî konuşma yapmalarının yasak olduğunu ortaya koymuştur. Din öğretimi ve ilgili okulları herkes açabilirdi. Ama, 1928'de Latin harflerinin alınması zamanında izinsiz olarak okul ya da kurs açarak Arap yazısının öğretilmesi yasaklanmıştır.
Milletlerarası Takvim ve Saatin, Yeni Rakamların Kabulü: 26 Aralık 1925
Takvim, saat, rakam ve tatil meseleleri, gerek memleketin iç hayatında, gerekse dünya ile olan ilişkilerimizde ortaya büyük güçlükler çıkarıyordu. Hicrî takvimin, devlet maliyesi işlerine uymaması sonucu güçlükler çıkmaktaydı. Meşrutiyet Dönemi'nde Batı'da yerleşmiş (Gregoire) düzeltmeli güneş takviminin yavaş yavaş yaygınlaşmasıyla beraber Hicrî, Malî-Rumî gibi takvimler kullanılmaya devam edildi. Meşrutiyet'te bunu çözümlemek için girişim yapıldıysa da Ayan Meclisi'nin tutuculuğu yüzünden, yine çağdaş takvim sistemine tam giriş olmadı.24

Ancak, 26 Aralık 1925'te kabul edilen kanunlarla Hicrî ve Rumî takvim bırakılarak milletlerarası takvim (milâdî) ve milletlerarası saat kabul edildi.

20 Mayıs 1928'de milletlerarası rakam kabul edildi. Böylece milletlerarası fikrî, siyasî, malî ve iktisadî temasların zamanında yapılması sağlandı. Yerli malların kullanılması da 9 Aralık 1925'te karar altına alındı.25

    
       Belediye Konusunda YapılanYenilikler

1908 Devrimi'nden sonra, demokratik belediye kurumlarının geliştirilmesi için yeni bir çabaya girişildi. 1912'de, her biri bir Hükümet memuru tarafından yönetilen dokuz şubeli bir İstanbul Şehremaneti kuruldu. Her şubeden 6 üye katılmasıyla kurulan 54 üyeli bir Cemiyet-i Umumiye-i Belediye Şehremini'ne yardım edecekti.

Bu, İstanbul'un şehir hizmetlerini düzeltecek, özellikle lağım, çöp temizliği, itfaiye ile uğraşacaktı. Cumhuriyet Hükümeti'nin ilk beledî tedbiri, Ankara'da yirmi dört üyeli bir umümi meclis ile Şehremaneti'ni 16 Şubat 1924'te bir kanunla kurmak olmuştur.26
3 Nisan 1930'da yeni bir belediye kanunu kabul edildi. Şehremini ve Şehremaneti adları kaldırıldı. Onların yerine belediye ve belediye reisi geldi. 1930 yılında Belediye Kanunu dolayısıyla kadına belediye üyesi seçmek ve seçilmek hakkının verilmesiyle, yüzyıllar boyunca ikinci plânda kalmış bulunan Türk kadını böylece siyasî alanda ilk hakkını kazanmış oldu.

      
      Kadın Hakları

Kadın haklarının Cumhuriyetin ilk senelerinde değil de, daha sonraki tarihlerde kabul edilmesinin sebebi yüzyıllardır kafalara yerleşmiş olan muhafazakârlıktan ileri gelmiştir. 1923 yılının Nisan ayında kadınları da adet olarak sayalım teklifine karşı büyük bir reaksiyon doğmuş, değil siyasî hakkı tanımak, bu saymaya dahi razı olmayan bir düşünce Meclise hâkim olmuştur.27 20 Ocak 1924 yasasında mebus seçilme hakkının yalnızca erkeklere verilmesi de bunun bir delilidir. Kadın hakları konusunda en fazla Atatürk durmuştur. Mustafa Kemal, 21 Mart 1923'te Konya'da, Kızılay Kadınlar Şubesi'nin tertiplediği toplantıda kadın hak ve görevleri yönünden pek çok konuya temas etmişti.28 Ayrıca, Mustafa Kemal, 1925'te İnebolu'da, Kastamonu'da, İzmit Kız Öğretmen Okulunda bu çeşit konuşmalar yapmıştı.29

İstiklâl Savaşı sırasında, Büyük Millet Meclisi'nce "Hukük-ı Aile Kanunu Projesi" Millî Hükümet'çe üzerinde durulan bir konuydu. Bu kanun, 17.2.1926 Medenî Kanun olarak yürürlüğe girmiş ve kadınlar böylece pek çok hak elde etmişlerdi. 3 Nisan 1930'da ise 164 maddelik Belediye Kanunu kadınlara belediye seçiminde rey verme ve seçme hakkını getirmişti. Perşembe günü Meclis'te yapılan oturumda, 198 kişi oylamaya katılmış ve müspet oy vermiş, 117 kişi ise oylamaya katılmamıştı.30

Kadınlara bu hakların tanınmasında Atatürk'ün büyük çalışmaları mevcuttu. Atatürk, 1931 yılındaki uzun memleket dolaşmasında, İzmir'de yapmış olduğu sohbet toplantısında, vatandaşın siyasî seçimlerde oy kullanmasının bir hak olduğunu, erkek ve kadın arasında fark olmadığını, kadının siyasî haklara sahip olması gerektiğini söylüyordu. Atatürk bunları belirterek, siyasî haklar konusunda kadınların da erkeklerle eşit derecede tutulması gerektiğini ileri sürmüştü.31

5 Aralık 1934'te, uzun tartışmalardan sonra Teşkilât-ı Esasiye maddeleri düzenlenmiş ve "İntihâb-ı Mebüsân Kanunu'nun" maddelerini erkek kelimesi yanına kadını da ekleyerek, kadınların mebus seçilmesi sağlanmıştı.32

   
     Şer'iye ve Evkaf Vekâleti'yle Şer'iyye Mahkemelerinin Kaldırılması

1 Mart 1924'te Mustafa Kemal, Meclis'te vermiş olduğu nutukta, adliye düzeninin yüzyılın gereklerine uyması gerektiğini, her ulusta olan adlî ilerlemelerin acele ve kesin olarak yerine getirilmesinin milletin kendi isteği olduğunu ileri sürerek "Milletin arzu ve ihtiyaçlarına tâbi olarak adliyemizde her türlü tesirden cesaretle silkinmek ve ser'i terakkiyata atılmakta asla tereddüt olunmamasını" söylemişti. Mustafa Kemal devamla, aile hukukunda devam edilecek yolun medeniyet yolu olacağını, hurafelere inanılmamasını belirtmişti. Bu nutuk, Millet Meclisi'nde büyük heyecan uyandırdı. Bu daha çok yenilik isteyenlerin heyecanıydı.
2 Mart 1924'te, hilâfetin kaldırılması ile aynı zamanda Şer'iyye ve Evkâf Vekaleti'nin kaldırılması ve öğretimin birleştirilmesi teklifleri fırka grubunda tartışıldı. Teklifler kabul edildi.

3 Mart 1924'te aynı teklifler Meclis'te tartışıldı. Çok hararetli olan bu tartışmalar beş saat sürdü. Nihâyet, bütün teklifler kabul olundu. Şer'iyye ve Evkâf Vekaleti'ni kaldıran kanundan sonra, bunların yerine iki ayrı teşkilât meydana getirildi: Diyanet İşleri Reisliği ve Evkâf Umüm Müdürlüğü.Diyanet İşleri Reisî, hem kendisini hem de makamının bağlı olduğu başvekil tarafından atanacaktı. Ödevleri camilerin yönetimi, müezzin, imam, müftü ve diğerlerinin gözetimi olacaktı.33

Evkâf Umum Müdürlüğü vakıfların yönetiminden, dinî binaların ve tesislerin bakımından sorumluydu. 1931'den beri Evkâf yönetimi, dinî görevlilerin aylıklarının ödenmesini de üzerine aldı ve böylece Diyanet İşleri Reisliği'ne vaizleri atamak, onların hutbelerini denetlemek ve ara sıra bir şeriat sorunu üzerinde açıklamalarda bulunmaktan başka bir şey kalmadı.

1924 kanunlarıyla medreseler kapatılmıştı. Bununla beraber, devlet dinî görevlilere daha fazla eğitim sağlamak için çabalar gösterdi. Maarif Vekilliği bazı imam ve hatip okulları kurdu. Ayrıca eski Süleymaniye Medresesi, İstanbul Üniversitesi içinde, İlâhiyat Fakültesi olarak kuruldu. Bu fakülte, laik ve Batılı bir cumhuriyete daha uygun, yeni, modernleşmiş ve Türkiye'nin bilimsel bir dinî merkezi olacaktı.


      Tevhid-i Tedrisat Kanunu: 3 Mart 1924

Osmanlılar devrinde öğretim kurumları üçe ayrılmaktaydı: 1- Medreseler 2- Yabancı okullar 3-Tanzimat okulları.

Ziya Gökalp, Türk Millî Eğitimi'nin içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulabilmesi için millî bir nitelik almasını uygun görüyordu. Türkiye'de, halk, medreseliler, mektepliler diye üç zümrenin bulunduğuna değiniyordu.

Mustafa Kemal de, öğretim kurumlarının birleştirilmesi ve millî bir eğitim sisteminin uygulanmasını benimsemişti. 16 Temmuz 1921'de daha savaş yıllarında, Ankara'da toplanan Maarif Kongresi'ni açarken "şimdiye kadar takip olunan öğretim ve eğitim usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en mühim bir âmil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin hurâfelerinden ve fikrî vasıflarımızla hiçbir münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, Doğu'dan ve Batı'dan gelebilen bütün tesirlerden tamamıyla uzak, millî seciye ve tarihimize uygun bir kültür kastediyorum. Çünkü, millî dehamızın tamamıyla inkişâfı ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültür, şimdiye kadar takip olunan ecnebî kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir" demekteydi.34
31 Ocak 1923'te, İzmir'de halk ile yaptığı bir toplantıda medreseler hakkında sorulan bir sual üzerine, bu kurumlar hakkında geniş bilgi verdikten sonra, "milletimizin, memleketimizin irfân yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket evlâdı, kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır" diye öğrenimin birlikliğine işaret etmişti. TBMM'nin ikinci devre seçimleri için, 8 Nisan 1923'te yayınladığı dokuz prensip programında ilköğretimde öğretimin birleştirilmesi prensibi de yer almaktaydı.35

Osmanlı İmparatorluğu'nda ve cumhuriyetin ilk yıllarında Müslüman halkın eğitim gereksinmelerini karşılayan medreseler daha çok ahirete yakın kimseler yetiştiriyor, müspet ilimler yerine Kur'ân ve benzeri derslere yer veriyorlardı. Azınlık okulları kendi dilleriyle ve istedikleri gibi eğitim yapıyorlardı. Dinî kurumların ise yolları çok değişik bir görünüm arz etmekte idi. Bu kurumlar ise ancak kendi dil, din ve kültürlerini yaymak amacını güdüyorlardı.

Atatürk, eğitimin birleştirilmesi konusunda işbirliği yapılması önerisini ortaya koyarken, Şer'iyye ve Maarif Bakanlıklarının bir anlaşmaya varamayacaklarını biliyordu. Fakat, gene de, bu iki kurumun birbirleriyle anlaşmaları için girişimlere geçilmesini önerdi. Bu girişimlerden bir sonuç alınamayınca, konuyu kökünden çözmek için 1 Mart 1924'te, TBMM'de söylemiş olduğu nutukta milletin eğitim ve öğretimin birleştirilmesini istediğini, bunun için zaman kaybedilmemesini belirtmişti.

2 Mart 1924'te, Halk Partisi Grubu'nda hilâfetin kaldırılması ile Şer'iyye, Evkâf, Erkân-ı Harbiye-i Umümiye Bakanlıklarının kaldırılması konusundaki önergeler kabul edildikten sonra Tevhid-i Tedrisat hakkında Maarif Vekili Saruhan Saylavı Vasıf (Çınar) ve elli arkadaşının teklif ettikleri yasanın görüşülmesine geçilmişti. Önerge sahipleri görüşlerini şöyle açıklıyorlardı: "Bir devletin irfan ve genel maarif siyâsetinde, milletin fikir ve his itibarıyla birliğini sağlamak için öğretimin birleştirilmesi en doğru, en ilmî" her yere fayda getirecektir demekteydiler. Yasanın kabulü ile, bütün eğitim kurumlarının dayanacağı tek yerin Maarif Vekâleti olacağı ve tek bir eğitim olacağı açıklanmaktaydı. Parti grubunda kabul olunan önerge, 3 Mart 1924'te TBMM'ye getirildi. Kanun olduğu gibi kabul edildi.

Medreselerin kaldırılmasına karşılık, gene de, bu okulların açılmasını hesaplayanlar vardı. Atatürk'ün Rize gezisinde softalardan kurulmuş bir heyet Atatürk'e başvurarak medreselerin yeniden açılmasını önerdiler. Atatürk, bu heyete memleketin, milletin felâket sebepleri arasında medreselerin oynadığı yıkıcı rolü açıkladıktan sonra "Mektep istemiyorsunuz. Halbuki, millet onu istiyor. Bırakınız artık bu zavallı millet, bu memleket evlâdı yetişsin! Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lâzımdır" demişti.

Bir kısım aydınlar bile, medresenin yeniden kurulamayacağını anlamış, fakat, medresenin millî eğitime etkisinin sürmesini sağlamak istemişlerdi. Atatürk, din terbiyesinin devlet eliyle verilmesinin zararlı olduğunu çok önceden anlamış olduğundan, 1925 yılında Samsun'a yapmış olduğu seyahatlerinden birinde "Dünyada her şey için maddiyat ve maneviyat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delâlettir" demekteydi.
Millî Eğitim Bakanlığı bir süre sonra İmam-Hatip okullarını, ilk, orta ve lise kitaplarında din derslerini kaldırdı. Azınlık ve yabancı okullarının Türk okulları gibi teftiş edilmesine karar alındı. İlkokulların ve liselerin sayısı artırıldı. Kız sanat okulları ve akşam sanat okulları açıldı.36

1928 yılında devletin bir dini olduğu maddesi Anayasa'dan çıkarıldıktan sonra, 1930 yılında şehir okullarında, 1933 yılında köy okullarında din dersleri kaldırıldı. 1928 yılında Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmış, bu dillerin öğretimi üniversite düzeyinde bilimsel araştırma araçları olarak okutulması kararı alınmıştı.37 Atatürk 1937'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşmasında, Doğu Anadolu'da bir üniversitenin kurulması gereğini belirtmişti. Atatürk'ün sağlığında malî olanaksızlıklar dolayısıyla bu üniversite açılamamış,38 ama daha sonra açılan Erzurum Atatürk Üniversitesi ile bu düşüncesi yerine getirilmişti. Bu konular yüksek okullar bahsinde etraflıca incelenecektir.
Eski Türk tarihi ile uğraşan Atatürk, eski Türk medeniyetlerini geliştirmek istemişti. Bu bakımdan, madde ile uğraşan kurumlara, işletmelere, Sümerbank, Etibank gibi adlar vererek görüşünü sembolleştirmişti.39


       Hukuk Alanındaki Diğer Yenilikler

Medenî Kanun: 17 Şubat 1926'da kabul edilen Medenî Kanun, 1907'de İsviçre'de hazırlanıp, 1912'de orada yürürlüğe giren kanundan alınmıştır.

Ceza Kanunu: 1889'da yapılmış İtalya Ceza Kanunu'ndan alınmıştır. Kanun suçlar ve cezalar hakkında en medenî hükümleri kapsar. 1 Mart 1926'da yürürlüğe girmiştir.

Hâkimler Kanunu: 3 Mart 1926'da kabul edilen bu yasa, Cumhuriyet Savcı'sının bağımsızlık ilkesini, yargı organlarının bağımsız ve halkın çıkarlarını en uygun şekilde gözetmeyi yasal cezalarla yerine getirmeyi amaçlar.

Ticaret Kanunu: 29 Mayıs 1926'da ve 15 Mayıs 1929'da yayımlanan yasalar ile onaylanmıştır. 1926'da yayımlanan Ticaret Kanunu ve 1929'da çıkan "Deniz Ticaret Kısmı" birbirini tamamlar. 1926'daki bu yasa dünyanın en gelişmiş ticaret yasalarından, özellikle Alman ve İtalyan ticarî eserlerinden, ikincisi ise Alman kanunlarından yararlanılarak düzenlenmiştir.

İcra ve İflâs Kanunu: 24 Nisan 1929 yılında İsviçre'den alınarak düzenlenmiştir. Fakat, beklenilen yararı sağlayamadığından, çeşitli kuruluşların düşünceleri alınarak 30 Haziran 1932'de yeniden düzenlenmiştir.

Görüldüğü üzere, 1926'dan itibaren hukuk alanında büyük yenilikler yapılmaya başlanmıştır. Ama, bunlar henüz yeterli değildir. Kadın erkek eşitliği konusunda önemli atılımlar ve yasalar, ancak 1930'dan sonra konuşulmaya ve yasa haline getirilmeye başlanacaktır.




Fatih BAYRAKOĞLU

Twitter:@fbayrakoglu