18 Ekim 2015 Pazar

RECEP TAYYİP ERDOĞAN'nın Akıl Hocaları

     Üstat Necip Fazıl'dan  Akil Mustafa Armağan'a

     R. T. Erdoğan'nın tarihe bakışı daho çok öğrencilik yıllarında biçimlenmiştir ve stratejik / siyaseten yaptığı konuşmalar hariç, zaman içinde çok keskin farklılıklarda göstermiştir. Anlaşılan o ki Erdoğan, imam hatip yıllarında ve Milli Türk Talebe Birliği üyeliği dönemimde  erken Cumhuriyet dönemi karşıtlığıyla, Atatürk ve İnönü eleştirileriyle karşılaşmış, Osmanlı-İslamcı görüş sahiplerinin Atatürk'e ve İnönü'ye, erken Cumhuriyet dönemine ve dönemin tek partisi CHP'ye kökten karşı hatta ''düşman'' olduklarını görmüştür. Gerçekten de o gün bu gündür Osmanlıcı-İslamcı görüş, kendini Atatürk düşmanlığıyla ve Cumhuriyet karşıtlığıyla tanımlamıştır.Bu görüştekilerin tarih okumalarında temel kaynaklarından biri, hatta birincisi ''üstat'' dedikleri Necip Fazıl Kısakürek'tir. 1950'lerin yeni yeni uç vermeye başlayan Türk-İslam sentezcileri, Necip Fazıl'ın yazılarıya ve kitaplarıyla beslenmiştir.

    Necip Fazıl Kısakürek

   Necip Fazıl Kısakürek
, 26 Mayıs 1904'te Çemberlitaş'ta doğmuş Asıl adı Ahmet Necip'tir ve varlıklı bir ailenin oğludur. Ailevi nedenlerden dolayı Heybeliada Bariye Okuluna gittiğı sıralarda adı Necip Fazıl olmuştur. Necip Fazıl 1921 yılında Darülfününun Felsefe bölümüne girmiş, orada Ahmet Haşim, Faruk Nafiz, Yakup Kadri, Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi, Ahmet Hamdi, Peyami Safa gibi dönemin ünlü edebiyatçılarıya tanışmıştır. İlk şiirlerini de o yıl yayımlamış ve daha sonra O ve Ben

adlı eserinde belirteceği gibi kendisini artık dünyada tanımayan kalmadığını ve hep ondan konuştuklarını sanmaya başlamıştır. Daha sonra hükümet bursuyla Paris'te Sorbonne Üniversitesi'ne girmiştir. Burada ünlü filozof Henri Bergson'la tanışmıştır. Necip fazıl O ve Ben adlı eserinde Paris hayatından: '' kadını, kumarı, içkisi, bohem hayatı, şüpheci felsefesi, sara nöbetleri içinde sanatı, çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün mesleleriyle Paris....Kabus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve islami edebim amnidir, '' diye söz etmiştir. Paris'teki bu bohem hayatı dolayısıyla geri çağrılmıştır, Babıali adlı kitabında anlattığına göre, Zeki Mesut adlı Müfettişin verdiği son aylığı ve memlekete dönüş parasınıda kumar masasında kaybetmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla kumar tutkusu Paris'te başlamıştır. Gel gelelim Necip Fazıl'ın siyasete ve tarihe etkilerine...

    CHP'li Necip Fazıl ! Evet yanlış okumadınız. Necip Fazıl bir zamanlar tek parti CHP döneminde CHP'li denecek kadar partiyle içli dışlıdır. 1920-1930 yıllları arasındahem devlet bünyesinde çalışmış hem derejimin savunuculuğunu yapmıştır ve dönemin tek parti hükümetinden çok saygı görmüştür. Pİyesler devlet tiyatrolarında sahnelenmiştir. 1930-1934 yılları arasındagenç Cumhuriyet'i savunmuş yobazları softaları eleştirmiştir. 1932'de yazdığı Bir Hikaye Birkaç Tahlil adlı eserinde  ''softa Kimdir?'' sorusuna şöyle yanıt vermiştir.  ''... Onu tarife hacet yok . Onu Tanırız.Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir...''  

Atatürk'ün ölümü üzerine Cumhuriyet Gazetesinde şu övgü dolu cümlelri yazmıştır. (...) Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var. Zaman tasnifinde bunlarda biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü bu güne kadar sürer. (...) Biri ölüm hükmü bir milleti şahlandırdı.Mucize eserinde bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvel ki ölüm tehlikesini doğuran sebebler karşısında harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti...(...) İnkilapçı Atatürk, Tanzimat'tan beri  Türk cemiyetinin Avrupa medeniyetler manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır girişimleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi. (...) Milli Kahraman'nın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz; Teknesinde Atatürk'ü yoğuran Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti...
 
  Kendi yazılarından da anlaşılacağı gibi Necip Fazıl sıkı bir Atatürk hayranı ve rejim dostu idi. Fakat 1934'te Beyoğlu'unda Ağa Camii'nde cumaları ders vermekte olan Nakşibendi büyüklerinde Vanlı Seyyid Abdülhakim Arvasi ile tanışması ile hayatı değişmiştir. Necip Fazıl Arvasi etkisini Mürşid şiirinde şöyle anlatmıştır; Bana yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; / ruhuma büyük temel çivisi çaktınız! Necip Fazıl, Kafakağıdı kitabında Arvasi'ye ' köpeğin olarak kendi köpekliğimden kurtulayım; insan olayım!'' diye yalvarmıştır. Bu değişimden sonra bir zamanlar Cumhuriyet'in faziletlerini anlatan Necip Fazıl, artık Cumhuriyet' baş düşmanı olarak kötülüklerini anlatmaya başlamıştır.

    DP'li Necip Fazıl
1946' da Demokrat Parti'nin kurulmasıyla birlikte Necip Fazıl'ın CHP eleştirileri yoğunlaşmaya başlamış,DP'nin 14 Mayıs 1950' de iktidara gelmesiyle CHP, İsmet İnönü ve Atatürk  düşmanlığı sınır tanımaz hale gelmişitir.
    Adnan Menderes'in İzmir il kongersinde söylediği şu sözler Necip Fazıl'ı derinden etkilemiştir:
Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık, İnkilap softalarının yaygaralarına izin vermeyerek ezanları arapçalaştırdık, Mekteplerde din derslerini kabul ettik. Radyoda Kur'an okuttuk. Türkiye müslüman devlettir ve müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icaları yerine getirilecektir. Menderes'in bu sözlerinden sonra kendi ifadesiyle o an Menderes'in Kölesi olmaya karar vermiştir. Kendi çıkardığı Büyük Doğu dergisinden şöyle seslenmiştir.
     '' Böyle bir sözü söyleyecek bir başbakanın kölesi olduğumuzu söylemekten şeref duyarız. Tekrar ediyoruz, Partimize, siyasi muhitimize, kabinemize, tezatlarımıza ve hatıra gelen gelmeyenher şeyimize rağmen, en saf halis tarafından azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz '' 

   Karşı Devrimin Kara Kutusu Necip Fazıl
1950'ler de Türkiye' de antikomünizmin bayraktarlığını yapan Necip Fazıl, Menderes'in DP'sini desteklemiştir. DP'nin  Amerikancılığı ise herkesin malumudur. DP Türkiye'yi kayıtsız koşulsuz ABD'ye teslim etmekle kalmamış, ABD isteği ve desteğiyle islam dünyasının liderliğine soyunarak çevredeki islam ülkelerini komünist Rusya etkisinden çıkarıp emperyalist ABD etkisine sokmaya gönüllü olmuştur. Necip Fazıl'da bu karşı devrimin Büyük Doğu dergisiyle sesi verdiği konferanslar ve yazılarıyla da fikir babası bir nevi önderi olmuştur. Büyük Doğu dergisiyle Tan gazetesi baskınını organize etmiş hatta Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ABD donanmasını denize dökmesinden sonra islamcı guruhu ayaklandırarark Deniz Gezmiş ve arkadaşalarına karşı kitleleri kıskırtıp sopalarla satırlarla saldırılara neden olmuştur. Necip Fazı'ın Büyük Doğu'su laikliği kötüleyen, Atatürk'ü ve Türk Çağdaşlaşma Devrimini karalayan, Türkiye'deki müslümanları, Hristiyan-Siyonist ABD'nin buyruğuyla katolik papa'nın onayladığı bir Dünya İslam Birliği kurmaya çağıran Panislamist Osmanlıcı-İslamcı bir dergidir.

   İBDA-C
ve Hizbullah gibi PKK'nın fikir babası da islamcı Necip fazıl'dır. Nitekim PKK'nın  Terörist başı Abdullah Öcalan bu gerçeği '' Necip Fazıl'ın konferanslarına gittim. Komünizmle mücadele derneğinin düzenlediği Refik Korkut'un konferanslarına katıldım'' diye ifade etmiştir. PKK lideri bölücü başı Abdullah Öcalan önceleri son derece dindar biridir. Uğur Mumcu'nun anlattığına göre Öcalan 1960'larda Ankara Tapu Kadastro Lisesi'inde okurken Maltepe Camii'inde namazlara gitmiş, antikomünist yazarların konferanslarına katılmış son derece muhafazakar bir öğrencidir. Öcalan PKK'yı kurmadan 6 ay önce 24 Mayıs 1978' de Kesire Öcalan'la imam nikahıyla evlenmiştir. Öcalan'nın bu ''dindar'' görünümü nedeniyle PKK'yı kurduğunda Güneydoğu'daki bazı imamlar bile PKK' ya katılmıştır. Necip Fazıl'ın Konferanslarından ve yazılarından etkilenen PKK lideri yakalandıktan sonra ki ilk sözü '' kur'an hakkı için, benim anam da Türk'tür, bana bir görev verilirse ben Türkiye' ye çok hizmet edeceğim'' olmuştur. tutuklu bulunduğu İmralı'da kardeşiyle yaptığı görüşmede köyünde kendisine camii gibi bir yer yapılmasını istemiştir.

    Yazılarında sürekli  Allah'tan, dinden,  kitaptan  söz eden CHP'yi, Atatürk'ü yerin dibine batıran Necip Fazıl'ın Amerikancı politikaları benimseyen Menderes'i ve DP'sini hiç eleştirmemesi anlamlıdır! Necip Fazıl bırakın Hristiyan emperyalizmin baş canavarı ABD'yi eleştirmeyi '' Amerikan politikasını korumakla mükellefiz diye yazmıştır''  Gerçek şu ki Türkiye'de 1946 'dan sonra ABD etkisinde ki Siyasal İslamcı ve bölücü Kürtçü hareketin fikir babası Necip Fazıl Kısakürek'tir.


Fatih Bayrakoğlu

Twitter


















6 Ekim 2015 Salı

Resmi Tarihle Yüzleşip Atatürk'ten Kurtulmak

     Bir ABD ve AB Projesi

     Atatürk'ün en önemli özelliklerinden biri de emperyalizmin en güçlü silahlarında birinin '' kültür '' olduğunu çok erken kavramış olmasıdır. 1920'lerde emperyalist batıya Kurtuluş Savaşı'yla askeri ve siyasi olarak başkaldırıp zafer kazanan Atatürk, 1930 'larda Türk devrimi'yle bu sefer kültürel olarak başkaldırımıştır. Batının kültürel temellerinde ki ( akıl+bilim=çağdaşlaşma ) formülüyle hareket edip, yarı bağımlı ümmet imparatorluğundan çağdaş bir ulus devlet yaratan Atatürk; tarih, dil, arkeoloji, ve antropoloji temelli kültür çalışmalarıyla da Batı'nın Türklere yönelik  '' ikinci sınıf, sarı ırka mensup, barbar ve uygarlıksız '' biçimindeki iddiaları da çürütmeyi başarmıştır. Atatürk bu amaçla geliştirdiği Türk Tarih Tezi, Türk Dil Tezi ve Türk Antropoloji Tezi bir anlamda ikinci Kurtuluş Savaşı olarak adalandırabileceğimiz '' uygarlık savaşının'' en önemli cepheleridir.


Genç Cumhiriyet'in tarih anlayışı
 
     Genç Cumhiriyet'in tarih anlayışının özeti, Atatürk'ün 1930 yılında bir bilimsel komisyona yazdırdığı her biri 500'er sayfalık, renkli resimli, kaynaklı, dört ciltlik Tarih serisidir. Bu kitaplar 1931-1941 yılları arasında ortaokullarda ve liselerde okutulmuştur Evrim Kuramı'yla başlayan bu kitaplarda, dünyada uygarlığın gelişim süreci anlatılmış, bu süreçte Türklerin uygarlığa yaptıkları katkılar ortaya konmuş, Türk ve dünya tarihi '' sevgi-nefret '', '' savaş-barış '', ''müslümanlık-hristiyanlık '' karşıtlarına odaklı olarak değil, bilim, sanat, kültür, dil eksenli olarak anlatılmıştır. Bir taraftan Türklerin dünyanın en köklü uygarlıklarından birinin yarattığı belgelerle gözler önüne sergilenirken, diğer taraftan öteki halklar asla aşağılanıp, kötülenmemiş ırkçılık yapılmamıştır. Dahası Türk Tarihi, haneden tarihinin darlığından kurtarılmış en az 5000 yıllık kökleriyle buluşturularak, tarihsel bütünlük içinde genç kuşaklara aktarılmıştır. yine aynı şekilde tarih kitaplarında islam tarihi ''vahye'' dayalı olarak değil ''bilime'' dayalı olarak anlatılmıştır.

     

ABD çıkarları doğrultusuna yazılan tarih!

Türkiye'nin 1946 dan itibaren ABD çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye  başladığı karşı devrim sürecinde -daha önce anlattığımız- 1949 yılında ABD ile türkiye arasında imzalanan
'' Eğitim Anlaşması'' çerçevesinde Türk tarihi yeniden yazılmıştır. 1949-2015 yılları arasında okullarımızda okutulan tarih bazı istisnalar hariç genelde emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bir tarihtir. Dolayısıyla bu tarihler arasında okutulan tarih Türkiye'nin milli çıkarları doğrultusunda okutulan ''taraflı'' bir ''resmi tarih''ten değil, ABD çıkarlarına hizmet eden ''çarpıtılmış'' bir ''emperyalist tarih'' ten söz edebiliriz. Gerçek şu ki bugün  1949'dan itibaren Türkiye'yi  yönetmiş  kadrolar  Amerikalı uzmanların elinden, onayından geçen Amerikan emperyalizmine hizmet eden tarih kitaplarını okuyarak yetişmişlerdir. Günümüz Türkiye'sinden bunu anlamakta çok güç değildir!
Eğer bugün 'tarihle yüzleşmekten' bahsedilecekse, öncelikle bu Amerikan kaynaklı '' emperyalist tarihle '' yüzleşmek gerekir. Bugün Atatürk'ün Türk  Tarih Tezini, Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşını  ''resmi tarih'' diye adlandırıp onunla yüzleşmeye kalkanların tamamı 1949'dan beri Amerikan emperyalizmin etkisinde şekillenmiş '' Türk Milli Eğitim''in tornasında yoğrulmuş, yetmemiş Amerikan Üniversitelerinde yüksek lisans veya doktora yapmıştır. Anlaşılacağı gibi bu devşirilmiş aydınların ''emperyalist tarihle'' yüzleşmeleri olanaksızdır. Çünkü Amerikan projesi BOP'a uygun nesiller yetiştirirken, Atatürk'ün Türk Tarih Tezi'nin o son kırıntıları ile Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı'nı ortadan kaldırılması zorunludur. CIA görevlisi CFR üyesi Huntington'nun önerisi doğrultusunda ''Atatürk'ün mirasını reddetmeye'' karar verenlerin Atatürk'ün tezlerine ve Türkiye Cumhuriyeti'ne saldırmaları doğaldır. Ayrıca 1990'larda Türk tarihine, Türk Trih yazımına müdahale eden sadece ABD değildir, Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinde AB; demokrasi, insan hakları, azınlık hakları gibi gerekçelerle Türkiye'den tarih anlayışını gözden geçirmesini, tarihiyle yüzleşmesini ve tarih kitaplarını yeniden yazmasını istemiştir. Bu kitaplarda  Öneriler doğrultusunda Atatürk'ün  tarihsel rolü küçümsenmiş hatta yok edilmeye çalışılmıştır. Bu doğrultuda öncelikle ''Cumhuriyet Tarihiyle yüzleşmeli'' ve  bu yüzleşme sonunda Atatürk'ü yok sayan kıtaplar hazırlanmaya başlanmalıydı. Daha sonraları da  bu çerçeve içerisinde AKP İktidarından itibaren ders kitaplarını AB isteklerine göre yeniden  yazılmasını istemiş ve  başlanmıştır.

''AKP ve Kadroları, AB'nin ulusal eğitimi baltalayacak programlarını kabul etmişti ve Türk tarihinin çarpıtılmış yalan bilgileriyle sulandırılmaya başlanmasında öncü rol oynamıştı'' Örnek verecek olursak, AKP döneminde İlköğretimde okutulan 7.sınıf  Vatandaşlık Bilgisi kitabının kapağında Amerikan sömürüsü heykelinin fotoğrafına yer verilmiş, diğer ilk öğretim kitaplarında da Başbakan R.T. Erdoğan'ın fotoğrafları ile yazıları konulmuştur. Dönemin İktidarının isteği doğrultusunda TÜSİAD tarafında hazırlanan  kitaplarda Türklüğe, Türk Devrimi'ne ve Atatürk'e savaş açanlar, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı yerine 9 Mayıs Gençlik ve Avrupa Günü'nü ön plana Çıkarmıştır. Hatta 8.sınıf TC İnkilap Tarihi ve Atatürkçülük kitabından 10. yıl Nutku çıkarılmış, Atatürk'ün evliliği ve eşi anatılırken eşi Latife Hanım'ın başı açık fotoğrafı çıkarlıp yerine çarşaflı fotoğrafı konulmuş yetmemiş İnkilap tarihi dersini tamamen kaldırmaya kalkmışlardır.


Resmi tarihle yüzleşme yalanları

    Resmi tarihle yüzleşme kılıfıyla yazılan bu okul kitaplarında II.abdülhamit dönemi bir modernleşme dönemidir, Kurtuluş Savaşının bir çok önemli aşamasından hiç söz edilmeden geçilmiş, bu süreçteki çok önemeli savaşlar ise ''savaş'' veya  ''zafer'' olarak değil, ''çarpışma'' olarak geçiştirilmiştir. Örneğin I./II İnönü Savaşları/Zeferleri  sadece çarpışma olarak değerlendirilmiştir. Dahası 100 km lik bir cephede 22 gece ve gündüz süren Sakarya Meydan Muharebesi de sıradan, önemsiz bir savaş olarak gösterilmiş, Yunanlıların yenilmeyip sadece ''geri çekildklerini'' ifade etmiştir. Daha da vahimi, 30 Ağustos 1922'de kazanılan ve Yunan ordusunun 9 Eylül 1922 de denize dökülmesiyle sonuçlanan Büyük Taaruz' dan hiç söz edilmeden sadece büyük zafer diye geçiştirilmiştir. Ayrıca bu kitaplarda  daha sonra üstünde duracağımız Seyh Sait Ayaklanması'nda İngilizlerin hiç rölü yoktur, Atatürk'ün Şapka Kanunu ''tutuculara yönelik bir simgesel saldırı''dır, Atatürk'ün 'Nutuk' ta ''vatan haini, soysuzlaşmış yaratık'' diye tanımladığı son padişah Vahdettin bir anda ''vatan hainliğinden kahramanlığa'' terfi ettirilmiştir. Nitekim resmi tarihle yüzleşenlerin yazdıkları ''Emperyalist Tarih''te gerici ayrılıkçı Şeyh Said ve Seyid Rıza, devrim karşıtı vatan haini İskilipli Atıf ve Said-i Nursi gibiler Kahraman; emperyalizme meydan okuyan Atatürk, İsmet İnönü, Ali Çetinkaya gibiler ise Haindir !

    Sonuç olarak şunu söylemeliyim ki Türkiye'de Atatürk yok edilmeye çalışılırken, dünyada baş tacı edilmektedir. Atatürk Caddeleri, heykelleri dünyanın bir çok ülkesinde mevcuttur. sahip olduğumuz değere sahip çıkmak bizim görevimizdir ve bu bağlamada bizim herkesten çok ''gerçek tarihe'' ulaşmak için çaba harcamaya, geçmişi sorgulamaya belge ve bilgileri eleştiri süzgecinden geçirmeye ve neden sonuş ilişkisi içinde bilimsel ve objektif bir tarih yazmaya ihtiyacımız vardır umarım bir gün bunu başarır, emperyalizmin güdümünden kurtulup benliğimize dönebiliriz...

Fatih Bayrakoğlu

Twitter Adresim: @fbayrakoglu

2 Ekim 2015 Cuma

Kültürler Tarihi-LAZ'lar

LAZLARIN KISA ÖZET TARİHİ
      
       Düzenleyen ve Yazan: Ergün Konakçı
LAZLARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKMALARI:KOLHİDA (KOLHİS (KOLXİS) YA DA KOLHA, KOLHETİ, KOLHİDA LAZCA: ǨOLXA, GÜRCÜCE: კოლხეთი) DEVLETİ.(M.Ö.12-MİLADİ .1 YÜZYIL ARASI)
Lazların en eski tarihleri, Kolheti yönetim ve kültür alanıyla yakından ilişkilidir.6.yüzyıl Bizans tarihçisi Prokopius, eskiden kullanılan Kolh adının, Laz adıyla yer değiştirdiğini belirtirken, Agathias, Lazlar hakkında şu bilgileri vermektedir.’’Lazlar, kuvvetli ve cesur olup diğer kabilelere de hükmetmektedirler. Kolh aslından gelmiş olduklarından gurur duyuyorlar…böyle zeki,çalışkan,uzun deniz yolculuğuna çıkan ve ticarette muvaffak olan başka bir halk tanımıyorum’’.
MS.6. yüzyılda Doğu Karadeniz’i bizzat gezip, elde ettiği bilgileri ve gözlemlerini kaydeden Bizanslı tarihçi Agathias, bu durumu kesin bir dille ifade etmektedir;“…Lazika’da yerleşik olanlar, eskiden Kolhiler olarak bilinirlerdi ve bu Lazlar ile Kolhiler de aynı halktır...” (Agathias, II. 18.4).
Aynı dönemin bir başka Bizanslı yazarı, Lydus da; yakın zamana kadar “Kolhida” olarak bilinen ülkenin, kendi döneminde “Lazika” olarak adlandırıldığını yazar ve Lazlardan bahsederken, kendisi de “Kolhi” terimini kullanır.
      Antik bir devlet olan Kolhida Devleti’nin M.Ö 12-11 yüzyıllar arasında kurulduğu belirtiliyor. .Doğu Karadeniz’de Kolha isimli bir ülkenin varlığından söz eden en eski yazılı belge, M.Ö. 764 yılında Urartu kralı olan, II. Sarduri’nin dönemine ait bir kitabedir. Urartu krallığına ait bu kitabede, kral II.Sarduri'nin seferleri anlatılırken, kuzeydeki “Kulha” isimli bir ülkeden ve “Kulha” halkından da bahsedilir. Urartu dili ve tarihi uzmanları, bahsi geçen bu ülkenin, antik batı kaynaklarında da ismi benzer şekilde geçen, Doğu Karadeniz’deki “Kolha ülkesi” olduğu konusunda hemfikirdirler.
Söz konusu kitabede, II.Sarduri tarafından istilâ edilen, Kulhalıların İldamuşa isimli krallık şehrinden de söz edilmektedir ;“İldamuşa“İldamuşa kenti, Kulhai halkının kralı olan …’nın krallık şehri.. ”
Aynı yüzyılda yaşamış olduğu varsayılan Yunan ozanı umelos’un, günümüze ulaşan dizelerinde de “Kolhis” ülkesinden bahsediliyor olması, eski Yunanların da Kolha ülkesinin varlığından haberdar olduklarına işaret etmektedir.
      Pers imparatoru II. Kuruş'un M.Ö. 546 yılında gerçekleştirdiği Lidya seferinden bahseden ve o dönemlerde yaşayan kralların sahip oldukları zenginliklere değinen Plinius, bu zengin krallar arasında Kolha ülkesinin Saulak isimli kralına da yer vermiştir ;“Aietes’in soyundan gelen Kolkhis kralı Saulakes, Suani bölgesinde ve diğer bölgelerde sahip olduğu el değmemiş geniş arazilerde, büyük miktarlarda altın ve gümüş madeni elde etmişti.Onun krallığı ayrıca “Altın post” nedeniyle de meşhurdu.” (Naturalis Historia XXXIII. xv)
     

Arkeolojik bulgular da, Kolha ülkesinde merkezi bir devlet örgütlenmesinin, bu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olabileceğini göstermektedir. Muhtemelen, bu yıllarda güçlü bir krallık çatısı altında birleşen Kolha derebeylikleri, doğu komşuları olan güçlü İran Hahameniş imparatorluğunun sınırları dışında, bağımsız bir devlet olarak varlıklarını devam ettirmişler, ama aynı zamanda İranlılarla yakın ittifak ilişkileri içinde olmuşlardır.
MÖ. 500 ’lü yılların sonuna doğru yazıldığı tahmin edilen, Hekataeus’un Periegeseis isimli coğrafya eserinde de, Kolha ülkesinden ve Kolhalılardan (Lazlardan) bahsedildiği bilinmektedir
MÖ. 440’lı yıllarda yazıldığı tahmin edilen, ünlü ve bir o kadar da tartışmalı eserinde Herodot, verdiği önemli bilgilerin yanında, çelişkili yorumları ve hatalı bilgileri ile tarihçilerin işini oldukça zorlaştırmıştır. Bizzat görmediği halde, Kolha ülkesi ve Kolhalıların kökeni ile ilgili yorumlar da yapan Herodot, kitabının bazı bölümlerinde, muhtemelen isim benzerliği nedeniyle, onları Afrikalı bazı kabilelerle karıştırmıştır.
Elde edilen arkeolojik bulgular, MÖ. 5. yüzyılın son çeyreğinde, Kolha kültürünün yüksek bir üretim seviyesine ulaştığını ve merkezi feodalizmin diğer uygarlıklarla karşılaştırılabilecek düzeyde gelişmiş olduğunu göstermektedir. Nispeten izole bir yaşam sürmeye devam eden dağlı kabilelerden farklı olarak, merkezi Kolha’nın ova kültürü; Yunan ve Pers kültürleriyle güçlü bir etkileşim içinde gelişmiştir.
Aynı döneme ait Kolha yapımı çanak çömlek ürünlerinin miktarı ve yaygınlığı da, bölgedeki ekonomik yapının üst düzeyde gelişimini göstermektedir. Kolha yapımı çanak çömleklere, önemli bir ihraç ürünü olarak, ülke dışındaki topraklarda da rastlamak mümkündür.

       Karadeniz’in kuzey kıyılarında Don nehri havzasında yapılan arkeolojik kazılarda, bu dönemlere ait Kolha yapımı çanak çömlek örneklerine rastlanmıştır.
Ekonomik ve kültürel gelişimin doğal sonucu olarak gelişen ülkeler arası ticaret, kültürler arası etkileşime de zemin hazırlamıştır. Doğuda İran kültürü ile Karadeniz sahillerinde Yunan ticaret kolonileri ile kurulan ilişkiler, Kolha kültürünün gelişim sürecinde önemli etkiler yaratmıştır.
Bugünkü Kobuleti kasabası civarında, aynı yüzyıla ait bir Kolha mezarlığında yapılan arkeolojik incelemede, o dönemde bölgenin kültür dokusunda meydana gelen değişikliklere ilişkin ipuçları elde edilmeye çalışılmıştır. Buna göre 167 mezarın 42 tanesinde, cenaze güneşin doğduğu istikamete doğru gömülmüştür.
19 mezarda toplam 49 tane sikke bulunmuş olup, Sinope kaynaklı bir sikke dışında, diğerlerinin tamamı Kolha sikkesidir.
       M.Ö. 5. yüzyılın son çeyreğinde, Babil bölgesindeki bir savaştan ülkelerine dönmekte olan bir Yunan ordusuyla birlikte bugünkü Trabzon bölgesinde yaklaşık bir ay konaklayan Ksenofon da bunu doğrulamakta ve o sıralar Phasis bölgesinde “Aietes” soyundan gelen bir kralın hüküm sürdüğünü bildirmektedir. Güçlü ve bağımsız bir merkezi yönetime sahip olduğu anlaşılan Kolha’nın aynı zamanda da zengin bir ülke olduğu, yine Ksenofon’un notlarından anlaşılmaktadır.
Ksenofon, Anabasis isimli eserinde, Doğu seferinden dönen bir Yunan ordusunun, Doğu Anadolu’yu Güney’den Kuzey’e geçerek M.Ö. 400 yılında 30 Karadeniz’e ulaşmasını ve Trapesoz'daki Yunan ticaret kolonisinin yardımıyla Yunanistan’a geri dönmesini anlatır.
Tarihe “Onbinlerin dönüşü” olarak geçen bu seferin tüm ayrıntılı kayıtları, bu sefere katılan Ksenofon tarafından tutulmuştur. Ksenofon’un kendi gözlemlerine dayanan bu kayıtlar, yerli halkı Kolha kültürüne mensup olan, ancak Kolha krallığının yönetim sınırları dışında kalan, bugünkü Trabzon bölgesine dair en eski ve en ayrıntılı tarihsel verileri içerir. Yazarın bölgeye ilişkin gözlemlerinin son derece gerçekçi ve tutarlı olması nedeniyle, bu çalışma, bölgeyle ilgili en eski güvenilir antik yazılı kaynak niteliğini taşımaktadır.
Ksenofon’a göre; Yunanlılar Makronlar’a amaçlarının istilâ değil denize ulaşmak olduğunu söylemişler ve onların geleneklerine göre mızraklarını karşılıklı değiştirerek tanrıların tanıklığında barış yapmışlardı.
      Makronlar da kendilerine yol açarak sahile ulaşmalarına yardım etmişlerdi. Ancak daha aşağıda sahile yakın kesimlerde yaşayan yerli halk, Yunanlılara Makronlar kadar dostça davranmamıştı.
Ksenofon’un “Kolhiler” olarak tanıttığı bu insanlar, Yunanlıları tuzağa düşürmüşler ve terk ettikleri köylerinde bol miktarda zehirli bal (deli bal) bırakarak, Yunanlıların kitle halinde komaya girmelerine neden olmuşlardı.
Yunanlılar, ölümcül bir etkisi olmayan bu balın etkisinden ancak üç dört gün sonra kurtulup yollarına devam edebilmişlerdi. Daha sonra iki günlük bir yürüyüşle Trapezos’a ulaşan Yunan ordusunun erzak sıkıntısına düşmesi ve bu nedenle yerli halka saldırarak köylerini yağmalaması da, Anabasis’te ayrıntılı şekilde anlatılmıştır;
“... Karadeniz kıyısındaki Trapezos, Sinope’nin Kolhilerin ülkesindeki kolonisidir. Orada otuz gün kadar Kolhilerin köylerinde kaldılar. Bu köyleri üs olarak kullanıp Kolhilerin ülkesini talan ettiler.
M.Ö. 335 yılına doğru, PseudoSkylax tarafından hazırlanan bir coğrafya kitabında da, Kolha ülkesi ile ilgili bilgiler yer almaktadır.
Skylax, sahil boyunca sıraladığı tüm bu yerlerin dışında, Kolha ülkesinin iç kısımlarında, Phasis nehrinden yaklaşık 3035 km içeride olduğunu belirttiği, ancak ismini açıklamadığı, yerlilere ait büyük bir kentin varlığını da bildirmektedir.
Skylax’ın bahsettiği bu kent, muhtemelen Phasis nehri havzasında, bugünkü Vani mevkiinde kalıntılarına ulaşılan antik Kolha kentidir. Bu bölgede yıllardır yürütülen kazılar sonucu, Kolha uygarlığına ait bir çok buluntu elde edilmiştir. Bu yerleşime ait kalıntılar, yine Sairhe civarında bulunan diğer bir antik Kolha yerleşim kalıntılarıyla birlikte, şu ana dek ulaşılabilen en büyük iki yerleşimden birinin ve muhtemelen de Kolha başkentinin izlerini günümüze taşımaktadır.
Kolhalıların günümüze ulaşabilen bir yazı dilleri olmaması nedeniyle, Kolha ülkesinin bu en büyük kentinin ismine dair kesin bir kayda ulaşmak, mümkün olmamıştır.
      Büyük İskender’in, Pers İmparatorluğunu ele geçirerek, Ortadoğu'da İran egemenliğine son verdiği yıllarda (M.Ö.4.y.y), Doğu Karadeniz’de varlığını devam ettirmekte olan Kolha krallığı, bu gelişmelerden etkilenmemiş ve bağımsızlığını korumuştur.
Bu yıllara tarihlendirilen çok sayıda Kolha sikkesi, ülkede merkezi bir siyasi otoritenin varlığını göstermektedir. Bu yıllarda Kolha ülkesi ile ilgili ilginç bir kayıt da, Büyük İskender’in Doğu seferine katılarak, Anadolu ve Ortadoğu’yu dolaşan Aristoteles’e aittir.
Hayvancılığı konu aldığı bir yazısında Aristoteles, Phasis bölgesindeki küçük cins sığırların, Yunanistan’daki büyük sığırlara göre çok daha fazla süt verimine sahip olduğunu Bu yıllarda Kolhalıların, sadece hayvancılıkta değil, diğer alanlardaki gelişmişlik düzeyleri de ilgi çekici ayrıntılarla günümüze ulaşmıştır.
Ksenofon, “Avcılık” isimli bir çalışmasında, keten dokumalarıyla tanınan Kolhalıların, ürettikleri kendir iplerinin de, ağ yapımında en makbul malzemelerden biri olduğunu vurgulamaktadır.
Çok eskiye dayanan bir metalürji birikimine de sahip olan Kolhalılar, para basımı konusunda da oldukça yetenekliydiler. Elde edilen arkeolojik bulgular, onların bu potansiyellerini, kendi Kolha sikkelerinin dışında da kullanmış olduklarını göstermektedir.
Çağının en önemli coğrafya kitabını yazan Amasyalı Strabon, daha sonra yaptığı bazı düzeltme ve eklemelerin dışında, büyük kısmını, en geç M.Ö.5 yılına doğru tamamladığı düşünülen bu eserinde, Doğu Karadeniz sahilleri ile ilgili önemli bilgiler vermiştir.
      Strabon, Doğu Karadeniz’den bahsettiği bölümün ilk kısmında, Kolha’nın kuzeyindeki sahillerde yerleşik olan denizci kabilelerin yaşam biçimleri ile ilgili ayrıntılı bilgiler verir; Doğu Karadeniz’de, sarp kayalık sahillerde oturan ve denizcilikle geçinen topluluklar ile dağlık kesimlerde yaşayan toplulukların dışında, üretim ilişkileri ve yaşam biçimleri açısından üçüncü temel grubu teşkil eden, merkezi bölgelerdeki ova toplumu da, Strabon tarafından ayrıca değerlendirmiştir. Uzun süredir Yunan kültürü ile yakın ilişkiler içinde olan merkezi Kolha halkı, diğer batılı antik yazarlar gibi Strabon’un gözünde de, nispeten daha “uygar” bir toplum görünümündedir.
      Kolheti yönetim alanı günümüz Gürcistan devletinin Karadeniz kıyıları ve kıyılara yakın yerler ve güneyde Karadeniz’i izleyerek Trabzon’a kadar uzanmaktaydı. Bu antik devletin kuruluşunda Lazların etkili olduğu daha sonra diğer Kafkas halklarının da bu uygarlığa katkılarının bulunduğu anlaşılıyor. Gürcülerin Kolhidayı tamamen kendi uygarlıkları saymalarının kökeninde, resmi tarih yaratma çabaları olarak görebiliriz. Kolheti, Homerik çağ Greklerin ilgi alanıydı. Argonotlar, Karadeniz’i aşarak altın postu ele geçirmek için kral Aeetes (Ayet)’in ülkesi Kolhetiye ayak basmışlardı. Altın post efsanesi, Grek tacirlerin bölgeyle olan ticari ilişkileri konusunda önemli ipuçlarını gözler önüne sermektedir.
M.Ö 7.yy’ dan itibaren, Grek koloniciler Trapezus (Trabzon), Baths (Batum), Phasis (Poti), Diascurias (Sohumi) gibi ticaret merkezlerini Karadeniz kıyılarında kurmaya başladılar. Homeros Odysseia adlı eserinde kral Ayetin ülkesi Kolhetiyi de anmaktadır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılar gün ışığına çıkarılan en eski antik kent ve diğer yerleşim birimleri ve diğer bulgular, yazılı kaynaklar Kolhetinin maddi zenginliklerini ve kültürünü gözler önüne sermektedir. yapılan bilimsel çalışmalar kolhetinin de içinde bulunduğu bölgenin eski taş devrinden beri insanların yaşama alanı olduğunu göstermektedir.
Karadeniz, Grekler ve Kolhlar arasında önemli ve sürekli rekabet alanıydı. Kolhlar, Çoruh’u aşarak Trabzon’un doğusuna kadar olan bölgeye yerleşmeye başlamışlardı. Kolheti M.Ö. 1. yüzyıldan itibaren saldırganlara karşı savaşmak zorunda kaldı. Bu saldırganlardan ilki Roma İmparatorluğu idi. M.Ö. 1. yüzyıldan sonra Kolheti ve Kartli (Gürcü) arasında birbirleri üzerinde egemenlik kurmayı amaçlayan sürekli savaşlar yaşandı. Bu savaşlar sonucunda Roma imparatorluğu bölgeye askeri müdahalede bulundu. Romalı saldırganlar Kafkasya’ya girdiğinde güneyde üç krallık bulunmaktaydı. Kolheti, Kartli (Gürcü) ve Albanya Krallığı. Pompeius M.Ö. 1. yüzyılda Albanyayı (67), Kartli (65) ve Kolhetiyi (64) ele geçirdi.

LAZLARIN İKİNCİ DEVLETİ LAZİKA (EGRİSSİ ,LAZCA: LAZİǨA (LAZİK’A), GÜRCÜCE: ლაზიკა, İTALYANCA: EGRİSİ, YUNANCA: LAZİKĒ, FARSÇA: LAZİSTAN)DEVLETİ. (MİLADİ.1-7. YÜZYILLAR)
       M.S 1. yüzıldan itibaren Kolh yerine Laz olarak adlandırılan Lazlar(=Megreller),önce Pontos Krallığı’na ve daha sonra da Roma İmparatorluğu’na karşı bağımsızlık savaşı başlattılar. 69-79 yıllarında, Lazların başında bulunan Anicetus, halkını Romalılara karşı ayaklandırdı. Romalılar, stratejik bir bölge olan Lazikayı bırakmak istemiyorlardı. Ancak Lazların özgürlük mücadelesi karşısında Lazikayı terk etmek zorunda kaldılar. Lazika Krallığı giderek güçlendi, ve bugün Batı Gürcistan olarak bilinen bölgede hakim oldu.
       Lazikanın güçlenmesi, Laz akınlarının Çoruh’u aşarak güneydoğu Karadeniz bölgesine yönelmesi ve Lazların bu bölgeye kitlesel göçleri, Pontos kralı 2. Polemon’u tedirgin etti.2. Polemon krallığını Lazlardan koruyabilmek için hükümetini Romalılara teslim etti. Krallığı Romanın bir eyaleti haline getirdi. 2. yüzyıldan itibaren Romalıların Lazika adını verdiği Egrisi Krallığı güçlendi ve 4. Yüzyılda yönetim alanını Trabzon’a kadar etki alanına aldı. Lazika Krallığının güçlenip genişlemesi, görünürde Roma İmparatorluğu açısından bir tehdit oluşturmuyordu. Doğudaki Roma varlığının Persler, Gotlar, ve daha sonraları da Hunlar tarafından bertaraf edilmek istenmesi, Lazika Krallığını bu bölgede Roma İmparatorluğu için doğal bir müttefik haline getirdi.
       Lazika Krallığının güçlenmesinde Roma İmparatorluğunun gerilemesi de etkili oldu. 395 yılında kavimler göçünün de etkisiyle Roma İmparatorluğu bölündü ve Doğu Roma İmparatorluğuna Bizans adı verildi. Lazika Krallığının güçlenmesi ve genişlemesi de bu döneme rastlar. Bizans İmparatorluğu, lazika Krallığının bağımsızlığa yönelmesini ve bölgesel yayılmasını kabullenmek zorunda kaldı. Bu fiili durum milattan sonraki ilk yüzyıllardan itibaren doğuda başlamış olan Roma İmparatorluğunun güç kaybetmesinin Laz stratejistler tarafından çok iyi değerlendirilmiş olmasının da bir göstergesidir.
       Lazika Krallığı’nın Etkileri
 
       Lazika Krallığı
, günümüzde Batı Gürcistan olarak bilinen Kolheti’yi iktisadi, siyasi v e askeri açılardan birleştirdi. Lazika, bir Bizans vasalı olmasına rağmen, kendisine de bağlı vasalları vardı. Abazgiya, Svanetya ve bağlı diğer bölgelerinde yönetimde bulunanlar, lazika kralları tarafından atanıyordu. Lazika’ya vergi ödemek ve kuzey sınırlarının korunması için asker vermek zorundaydılar. Lazika Krallığı’nın 4. Ve 5. Yüzyıllardaki iktisadi gelişimi konusunda bilgi kısıtlıdır.
Arkeolojik bulgular ve bazı yazılı kaynaklar bu dönem hakkında bilgi edinmemize yardımcı olabilmektedir. O dönemlere ait yüksek tarım uygulaması, ürünü ve bağcılık büyük bir öneme sahipti. Hayvancılık ve ormancılık da gelişkin bir düzeydeydi. Sohumi ve Pitsunda bölgelerinde ele geçirilen arkeolojik bulgular, Pontik Sinope’den Ege’den, amfora, çanak, çömlek ve diğer Doğu ve Batı merkezlerinden ( Köln, İskenderiye ) cam eşyaların sağlanmış olduğunu göstermektedir. 2. Ve 3. Yüzyıl özellikle de 4. yüzyıl karşılaştırıldığında seramik ithalinde bir düşüş görülmektedir. Bunun nedenlerinden biri olarak, Got istilasından sonra üretim merkezlerindeki düşüş gösterilebilir. İthaldeki gerilemenin bir nedeni olarak da, Lazika’ da yerel seramikçiliğin gelişimi düşünebilir.
Lazika’ da Kentsel Gelişim Güçlenen Lazika Krallığı, kentsel gelişimi de hızlandırdı. 4. ve 5. yüzyıllarda, Lazika’nın teşvik ettiği kıyı kentlerindeki üretim ve ticaret önemli ölçüde gelişti. Got ve Hun istilalarının Bosfurus kentlerinde yol açtığı gerilemeler, Lazika kentlerinde etkili olmadı. Bunun en önemli nedeni Lazika’nın kendi öz kaynaklarına dayanarak ithal ürünlerini ikame edebilmesidir. 4. Ve 5. Yüzyıllarda Lazika’ da feodal ilişkilerin yoğun gelişiminden bahsetmek mümkündür. Krallığın siyasi yapısı, Kilise’nin iktisadi gelişimi ve Hıristiyanlığın yayılması ve kalıcı olması, bu gelişmelerin göstergelerindendir. Lazika’daki kentsel ve kırsal gelişim Helenik modeli izlenmiştir. Kolheti antik kültüründeki yerel gelenekler, Batı, Roma ve Bizans kültür unsurlarıyla bir sentez oluşturmuştur.
      Seramikte Roma ve Bizans çeşit ve şekillerinden etkilenmek söz konusuysa da, toprak ürünlerinde yerel motifler belirgindir. Roma ve Bizans etkileri, kentsel yapılarda ve Kilise mimarisinde kolaylıkla görülebilir. Lazika Krallığı sınırları içindeki Phasis ( = Poti) kentinde önemli bir kültür merkezi bulunmaktaydı. Buradan yetişen ürün filozoflara örnek olarak 4. yüzyıl Grek filozofu Themistius gösterilebilir. Çin ve Hindistan’a Bağlanan Ticaret Yolları ve Lazika Lazika Krallığı’nın yönetim ve etki alanı içindeki bölge, çok önemli bir geçiş noktasıydı. Çin ve Hindistan’a bağlanan ticaret yollarının Lazika topraklarından geçmesi, bu bölgeyi gerek Bizans ve gerekse Persler için bir çekim alanı haline getiriyordu.
       Bizans İmparatorluğu’nun bölgedeki etkinliği, Pers İmparatorluğu’nu rahatsız ediyordu. Eğer Persler Lazikayı ele geçirebilirlerse hem çok önemli bir stratejik bölgede etkin olabilecekler ve hem de uzun dönemde Bizanslıları bölgeden atabileceklerdi. Perslerin, Lazikayı ele geçirmek istemelerinin bir diğer önemli nedeni de müttefik olarak gördükleri, Kafkas önlerindeki ve Doğu Avrupa’daki kavimleri, Lazikayı bir üs olarak kullanarak Bizanslılara karşı savaşmaları için yönlendirmek istemeleriydi. Bu dönemde, Lazika yönetim alanında bir çok kala ve sur inşa edilmiştir.
Doğu sınırlarını Perslere karşı korumak isteyen Bizanslılar, Lazika Krallığı’nın siyası ve iktisadi gücünü kısıtlama yoluna gittiler. Persler, II. Yezdigerd döneminde, büyük bir ordu ile saldırıp önce Ermenistan’ı sonra da İberya smile ifade simgesi Kartli = Gürcistan)’yı ele geçirdiler. Perslerin asıl amacı, bu bölgeleri kullanarak Lazikayı ele geçirerek müttefik haline getirmekti. Aynı şekilde, Bizans için de, Lazika yönetim alanı, Perslerin yayılmacı politikalarına karşı önemli bir bölgeydi. Bizans İmparatorluğu’nun, Lazika’nın gelirlerinden yüksek vergi alması, Bizans’a karşı olan hoşnutsuzluğun artmasına neden oldu. Bizanslıların uyguladığı baskıcı yöntemler, Lazika halkları arasında Bizans karşıtı eğilimlerin her geçen gün artmasına neden oldu. Bu eğilimlerin, Lazika’da güçlenmesi Persler için bulunmaz bir fırsattı. Ancak, Lazika kralı Gubaz, gerek Bizans ve gerekse persler arasında çelişkilerden yararlanarak, dengeli bir dış politika uygulamaya çalışarak, yönetimi altındaki halkların zarar görmelerini önlemek düşüncesindeydi.
        Kral Gubaz’ın Bizans karşıtı ve Perslerle müttefikliğe yönelik politikası, Bizanslıları oldukça rahatsız etti ve Lazika ’ya bütün güçleriyle saldırdılar. Yıllarca süren savaşlardan sonra, 465 yılında Bizans ve Lazika aralarında anlaşarak çatışmalara son verdiler. Bizanslılara, karşı başkaldırının önderi Gubaz’ın yerine, Tsate Lazika kralı oldu. Karadeniz ( Acara) Kıyılarına Gürcü Göçü Lazika Krallığı’nın Rioni havzasının güney kesimi, 5. Ve 6. Yüzyıllardaki Bizans-Pers savaşları nedeniyle Megrel-Laz nüfusunun tamamına yakınını yitirmişti. Bu yüzden, Arap istilacılardan etkilenen Gürcüler Kartli ’den kitlesel olarak göç ederek bu bölgeye yerleştiler. Böylece, günümüzde Müslümanları Laz, Hıristiyanları Megrel olarak adlandırılan Megrel-Lazlar arasında Gürcülerden oluşan ve günümüzde Gurya / Acara olarak bilinen tampon bölge oluştu ve Doğu Lazları (Megreller) ile Batı Lazları arasında bağlantı koptu, Daha ilerki tarihlerde Batı Lazlarının Müslüman olması (16.y.y), Megrellerin Hıristiyan olarak hayatlarına devam etmeleri iki toplum arasındaki dil, kültür ve tarihi ayrılığı derinleştirdi.

LAZİKA KRALLIĞI’NIN YIKILIŞI VE DOĞU KARADENİZ KIYILARINDA KURULAN LAZ THEMASI(13.Y.Y-16.Y.Y BAŞLARI)
      Lazika Krallığının 7. yüzyılın sonlarında tarih sahnesinde yer almadığı, Doğu Karadeniz kıyılarında 8. yüzyıldan sonra kısa bir zaman, Abhazların daha sonra da 11. yüzyıldan itibaren Gürcülerin güçlendiğini görüyoruz. 1204′ te günümüz Pazar (Atina) ilçesinden Batum’a kadar uzanan Doğu Karadeniz sahilinde Lazia Theması (bir çeşit özerk bölge ) kurulmuştur. Laz Theması Şehzade Selim döneminde 1508 yılında Gürcü atabeyi Mirza Çabuk’un teşvik ve desteği ile çıktığı Kutayis (Gürcü) seferi ile Osmanlıya ilhak edilmiştir, Şehzade Selimin komuta ettiği Osmanlı kuvvetleriyle savaşan Laz kuvvetlerinin başında da Laz derebeyi Ǩaxaber (Kakhaber, Klaber, Kulaber) bulunmaktaydı. 
Laz Theması sınırları içerisinde yer alan toprakların tamamı Yavuz Sultan Selim’in şehzadeliği döneminde (16.y.y başları) Osmanlı Devleti’yle Lazlar arasında yapılan savaşlar sonunda Osmanlı’ya katılmış ve bölgenin ismi Osmanlı Devleti’nde Lazistan sancağı olarak adlandırılmıştır.
KOLCHİS(KOLXİDA) M.Ö 650-150
LAZİKA (M.S 350)

1 Ekim 2015 Perşembe

Bir Gecede Cahil Kaldık Yalanları

   Bir Gecede Cahil Kaldık Yalanları

 1928 Yılında Atatürk tarafından yapılan Yeni Türk Harfleri'nin kabulü ve 1932 yılında gerçekleştirilen Dil Devrimi günümüzde hala tartışma konusu olabilmektedir. Tartışma konusu yapan kesim ise tarihi olayları yaşandığı devrin siyasal, sosyal, toplumsal ve ekonomik şartlarına göre değerlendirme yapmayan bir zihniyettir. Ayrıca Atatürk ilke ve inkılaplarına karşı olan insanların en sık sarıldığı yalanlar ve iftiralar bu devrimler üzerinden yapılmaktadır. Mesela,Bir gecede bütün alimler cahil kaldı” ve “Dedemizin mezar taşını okuyamaz hale geldik söylemleri çok sık dillendirilmeye başlandı.
Şimdi buraya dikkat...!
    Osmanlı’nın son yıllarında 32 yıl tahtta kalan başarılı padişahlarından Sultan II. Abdülhamit’in sözleriyle başlayalım. “Halkımızın okuma yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim yazımızın sırlarına alışmak kolay değildir. Latin alfabesini almakla belki, halkımızın işini kolaylaştırabiliriz.”         (Kaynak; Prenses et Souvenirs de l’ex Sultan Abdülhamit sy. 65)
     Osmanlı’nın son döneminde vatandaşların okuma oranı 2,5 civarında idi ve alfabenin zorluğundan dolayı ve bizim dilimizin Arap alfabesine uymamasından dolayı insanlar kolaylıkla okuma yazma öğrenemiyorlardı. Alfabenin Türkçe diliyle uyumsuz olmasından dolayı bazı kelimeler doğru şekilde ifade edilememekte ve Türkçe’de yer alan sesli harfler Arapça harflerle ifade edilememektedir. Atatürk dilimizde ve alfabemizdeki bu sorunları görüp sırasıyla da müdahale etmiştir. Harf devrimiyle vatandaşların okuma yazma oranını artırmak isteyen Atatürk, dil devrimi ile de dilimizdeki yabancı harfleri temizleyerek kendi milli dilimizi koruma altına almıştır.
     Atatürk düşmanı ve inkılaplara karşı olan kesimlerin iddialarına cevabı bir de Atatürk’ün hayatı ve inkılapları konusunda bir uzman tarihçi yazar olan Sinan Meydan Cumhuriyet Tarihi Yalanları kitabından verelim:
   

 “Harf Devriminden dolayı Türk Gençleri 80 yıl sonra bugün Atatürk’ün Nutuk’unu bile okuyamaz oldu” diyerek Yazı ve Dil Devrimine saldıran Cumhuriyet Tarihi yalancılarına, “dikensiz gül bahçesi diye anlattığınız Osmanlı eğer biraz Türkçe’ye sahip çıksaydı, Türkçe yamalı bohça haline getirilmeseydi, Atatürk de Dil ve Yazı Devrimine gerek duymaz böylece 80 yıl önce ve 180 yıl önce de yazılan metinler bugünkü nesiller tarafından kolayca okunabilirdi. Örneğin, İngiltere’de 400 yıl önce yazılan Shakespeare’in eserlerini bugün İngiliz gençleri okuyup anlıyorsa bunun nedeni İngiliz İmparatorluğu’nun her dönemde dilini ve yazısını korumasıdır” diye cevap vermek gerekir.
      Yine diğer iddialara da yine Tarihçi yazar Sinan Meydan’ın Cumhuriyet Tarihi Yalanları adlı kitabından alıntı yaparak yanıt verelim:
      Alfabe değişikliğinin bizi bir gecede cahil bıraktığı iddiası ise bu iddianın sahiplerini mahcup edecek türden bir yalandır. Çünkü o zaman adama siz alfabe değişikliğinden önce (Osmanlı Dönemi) çok mu kültürlüydünüz? Eğitim sisteminiz çok mu moderndi? Halkınız harıl harıl kitap mı okuyordu? Hurafe bataklığında, çarpık dini yorumların girdabında debelenmiyor muydunuz? diye sorarlar ve şöyle devam ederler: “İleri miyidiniz? O zaman neden askeri, teknolojik, kültürel, hukuksal konularda Batı’nın çok gerisinde kaldınız? Madem ileriydiniz de neden en yüksek eğitim kurumumuz medreselerde 17-19. yüzyıllar arasında “don ve çakşır giymek”, “derslerde harita kullanmak” şeriata uygun mudur diye tartıştınız? İleriydiniz de neden “göklerin sırrını bilmek Allah’ mahsustur.” diyerek ilk rasathanenizi yıktırdınız? İleriydiniz de neden kız çocuklarını okutmuyordunuz? ileriydiniz de neden sanatta ve bilimde çağın çok gerisinde kaldınız? İleriydiniz de neden matbaayı 1727 gibi çok geç bir tarihte kullanmaya başladınız? Sahi halkınız kitap okumadığı, okuyamadığı için matbaayı getiren İbrahim Müteferrika’nın bastığı ilk kitaplar elinde kalmadı mı? Sonra da bu matbaa 200 yıl boyunca hiç kitap basmadan atıl durumda bekletilmedi mi? Osmanlılarda okuma yazma oranı erkeklerde %7 kadınlarda % 3 değil miydi? Hani siz 1928’de Atatürk’ün alfabe değişikliğiyle bir gecede “cahil” kalmıştınız..!

    1928’de Harf Devrimi yapıldıktan sonra Millet Mektepleri ve Halkevleri seferberliği sonunda 1935’te toplumun toplamda % 23’ü okuma yazma öğrenmiştir. Dolayısıyla 1935’te toplumun % 23’ü Yeni Türk Harfleriyle yazılan dedelerinin mezar taşlarını okumaya başlamıştır. Hesap ortadadır 600 yıl sonunda Osmanlı’da toplumun % 8’i , dedesinin mezar taşını okuyabilirken, üstelik bazı mezar taşları Osmanlıca’nın en ağdalı üslubuyla yazıldığından her Osmanlıca bilen bu mezar taşlarını okuyamazdı. Sizin anlayacağınız, Osmanlıda okuma yazma bilen o % 8’in iyimser bir tahminle ancak % 2’si, 3’ü dedesinin mezar taşını okurdu. Harf Devriminden sonra ise çok kısa bir sürede ( 7 yıl sonunda) toplumun % 23’ü dedesinin Yeni Türk Harfleriyle yazılmış mezar taşını okudu. Bu oran 1960’larda 
% 50’leri geçti.

   Sonuç olarak, bu devrimi gerçekleştiren insana bizim hakaret değil dua etmemiz gerektiğine inanıyorum.İslamın ilk emri olan '' OKU '' emri Atatürk sayesinde bu coğrafyada yeniden hayata geçmiştir...